Değişmeyen
Düşünce ve toplum üzerinde tahakküm kuran bir devlet veya iktidar düzeni...
Doğruyu bilen, vazeden, bunun dışındaki her tür eylem ve düşünceye düşman muamelesi yapıp tartaklayan bir devlet ya da siyasi güç...
Demokratik toplumların kimi varoluşsal önkoşulları vardır. Bunların önde gelenlerinden birisi, “üçlü özerklik düzeni”dir. Siyasi alanın devlet, toplumsal alanın siyaset karşısında, düşüncenin ise her üçü karşısında özerk bir konumda bulunması, demokratik bir toplumun olmazsa olmazları arasındadır.
Modern cumhuriyet geleneğinde siyaset, devlet gücünün bağımlı değişkeni olmuş, devlet alanına hapsolmuştur.
Ancak mekanizma silsileler halinde ilerler.
Bu öyküde siyaset nasıl devlet karşısında özerk olamamışsa, toplum ya da sivil saha da siyaset karşısında özerk olamamıştır. Keza düşünsel faaliyet de her iki karşısında tahkir ve baskı görmüştür.
Düşünsel faaliyet mutlak faydacı bir beklentiyle siyasetin lojistik unsuru olmaya indirgenmiş, böyle tanımlanmış, böyle algılanmıştır.
Fayda ilke üzerinde tahakküm kurarken, “ne” sorusu “nasıl” sorusunun, esas usulün, içerik sürecin, somut da soyutun üzerinde boğucu, hatta yok edici bir etkide bulunmuştur. Soyut, maneviyata, anlatı üzerinden sadece aidiyet ve hissiyata indirgenmiş, somut ise kuvvet ve fayda ile özdeş kılınmıştır.
Bugün sağdan soldan, modern kesimden muhafazakarlardan çok kişinin siyasetten, iktidardan, iktidar ilişkilerinden ya da milli fayda, partisel fayda, kimliksel fayda hallerinden özerk bir siyasi düşünceyi anlaması, kabul etmesi bir ölçüde bu yüzden mümkün olmamaktadır. Düşüncenin nokta atışlarının hedefi olmasının, düşünce ile tezgah, kumpas, kompo bağlarının kurulmasının bir nedeni de budur.
Bu mahpusluk sistemi hakim siyasi kültürün bir sonucudur. Bir tür ‘’toplum tasavvuru eksikliği’’nin, ‘’soyut alerjisi’’nin ve ‘’kuvvetli faydacılık hali’’nin yansıması olarak hepimizin eseridir.
Modernist olduğunu iddia eden siyasi anlayış dün Kemalizm örneğinde olduğu gibi, nasıl siyaseti, onun üzerinden toplum ve düşünceyi devlet hapsine almışsa, bugün de, muhafazakar anlayış toplumsalı siyasetin maphusluğuna mahkum etmiş bulunuyor, düşünceyi ise iktidarın damgaladığı bir nesne haline getiriyor.
Zihniyet çekirdeği sert.
Zira, olan siyasetçinin uygulamasından ibaret değil, toplumsal algı da büyük bir kaynak.
Bu zihniyet çekirdeğinin en derininde yatan bir “değerler hiyerarşisi”dir aslında.
Devlet ve devlete ait olanın zirveyi süslediği, onu siyasetin takip ettiği, toplumsal, düşünsel ve kişisel olanın en arkada, en edilgin konumda yer bulduğu, aşağıdan yukarıya bir değer sistemi hiyerarşisi…
Devletin herkesten ve her şeyden önde, belirleyici ‘’üstün değer’’ olması, siyasetin katılımı, talep-karar etkileşimini dışlayan bir tek yönlü eyleme, ‘’devleti yönetme, denetleme ve hizmet eylemine’’ indirgenmesi, toplumun tek ve doğal kabul edilen bir değer sistemiyle statik olarak ele alınması bu hiyerarşinin kurucu ögeleridir.
Tüm bunlar, bize, bizi “otoriterlik” tanımına götürür.
Bununla hesaplaşmak, en azından bunu görmek için insanın önce kendisiyle konuşması gerekir.