Tek başına yürümek

Refik Hâlid’in yıllar önce okuduğum Bu Bizim Hayatımız adlı romanında altını çizdiğim cümlelerden bazıları şunlardı:

“Yine tramvaya binmedi; yürürken iyi düşünüyordu; ayaklarının işlemesi kafasını harekete geçiriyordu. ‘Yürümeyen adamın zihni durur,’ dedi, ‘yüksek makama geçenlerin fikir verimsizliklerinde biraz da arabayla otomobilin tesirini aramalıyız. Bunlar yayan dolaşmayı bırakınca hem lüzumluyu göremez oluyorlar, hem de dimağ işlekliklerini kaybediyorlar. Karın yapmaları da bundan!”

***

Bütün kasları harekete geçirdiği için en faydalı spor olduğu söylenen yürüyüşün asıl faydası, insanı düşünmeye zorlamasıdır. David le Breton’un Yürümeye Övgü isimli eserini aziz okuyucularıma hararetle tavsiye ederim. “Yürüyüş dünyaya açılmadır!” cümlesiyle başlayan bu güzel kitabın tezi şöyle özetlenebilir: Yürüyüş, insanı sadece hayattan zevk almaya değil, aynı zamanda derin düşünceye yöneltir ve modern hayat şartlarının zorladığı aceleciliğe, telaşa boyun eğmekten kurtarır.

Yürüyerek yorulan bir insan için dinlenme sırasında yenen yemek kadar lezzetlisi yoktur. Çok sade bir yemek bile bazen muhteşem ziyafetlerin veremediği zevki verir. Yakıcı bir susuzluktan sonra içilen bir bardak suyun yaşattığı hazzı, ayakta duramayacak kadar yorulduktan sonra kuru toprakta veya taze çimenler üzerinde çekilen bir uykunun tadını sadece yürüyüşçüler bilir.

Yürüyüş hayatın sıradan anlarını değiştirir ve yeni biçimler altında yeniden yaratır, Le Breton’a göre. Robert Louis Stevenson demiş ki: “Coşkulu bir yürüyüş çok büyük olasılıkla, her türlü dar kafalılıktan ve gururdan, kibirden uzaklaştırmıştır sizi ve içinizdeki merak duygusunun özgürce harekete geçmesini sağlamıştır.”

***

Le Breton da J.J. Rousseau ve Stevenson gibi, tek başına yürümekten yanadır; yalnız yürüyüş bir çeşit içe dalmadır; insanı konuşmaya zorlayan bir arkadaşın varlığı bu filozofça aylaklığı anlamsızlaştırıp içe dalışı engeller. Rousseau, bir arabada kendisine yer verildiğinde yahut yolda biri yanına yanaştığında, yürürken biriktirdiği servet dağılıverdiği için üzülürmüş. Kazancakis gibi, dar ayakkabılarla saatlerce yürüyerek acı çektikten sonra, rahat ayakkabılar giyerek yürüyüş zevkini doruk noktasına çıkaranlar bile varmış.

Uzun bir yürüyüşten sonra, gece karanlığında açık havada uyumanın insanı felsefeye davet ederek hayatın anlamı üzerinde düşünmeye zorladığını söyleyen Le Breton’a göre, yürüyüş aynı zamanda sessizliğin hazzıdır. Bir anlamda gürültünün egemenliğinden başka bir şey olmayan modernlik aslında sessizliği tanımaz; modern hayatta sessizliğin var olabilmesi için makinelerin çeşitli sebeplerle geçici olarak susması gerekir. Dünya ile yeniden ilişki kurmak isteyen insanın kendi içine kapanmasının bir yolu olan gerçek sessizlik, mekânla iç içe geçmiş, neredeyse dokunabileceğiniz bir cevherdir. Tabiatın kendi sesleri, sessizliği bozmaz, aksine onu daha da kesif hâle getirir. Burada Mevlânâ’ya söz vermezsem, haksızlık etmiş olurum: “Yürü, o nâdir bulunur cevheri ara!”

***

Margaret Mead, bir gün James Baldwin’le ırkçılık konusunda tartışırken, şaka yollu, gemi ve otomobilin icadına çok üzüldüğünü söylemiş. Le Breton, bu anekdotu anlattıktan sonra söyledikleri, bu yazının başında Refik Hâlid’den naklettiğim cümlelerdekine benziyor: “Kesin olan şu ki, yürüyen insan genellikle otomobil kullanan, trene veya uçağa binen biri gibi kibirli olmaz, çünkü attığı her adımda dünyanın acımasızlığını ve yolda rastladığı insanlarla dostça uzlaşma gerekliliğini hissederek asla insan olduğunu unutmaz.”

Varoluşçu felsefenin büyük isimlerinden Kierkegaard, “Ben en verimli şekilde ancak yürürken düşünebiliyorum ve yürüyüşün uzaklaştıramayacağı hiçbir saplantı düşünemiyorum.” demiş. Nietzsche’nin de Şen Bilim’de ve Böyle Buyurdu Zerdüşt’te yürüyüş hakkında buna benzer sözleri var.

***

Sözü, çok şükür kazasız belasız sona eren “Adalet Yürüyüşü”ne getireceğimi tahmin etmiş olmalısınız. Aziz okuyucularım, siyasî konularda yazmaktan hiç hazzetmediğimi, mecbur kalırsam fikirlerimi dolaylı bir şekilde anlatmaya çalıştığımı bilir. CHP tarafından düzenlenen yürüyüş hakkında da yazmadım. Esasen bu partinin muktedir olduğu zamanlarda adaleti nasıl uyguladığını çok iyi bilirim; onun için ‘yürüyüş’ünü de ciddiye almadım. 27 Mayıs 1960 ve 28 Şubat darbelerinden sonra kurulan partilerin isimlerindeki ‘Adalet’in ne ifade ettiğini düşününüz!

Keşke, adalet diye yürüyenlerin bu kavramı ‘içselleştirdiklerine’ inanabilseydim. Evet, “Adalet mülkün temelidir”, ama nalıncı keseri gibi çalışmadığı sürece...

***

CHP Genel Başkanı, Adalet Yürüyüşü’nün son etabında, Dragos’tan Maltepe’ye tek başına yürümüş. Bence gerçekten tek başına yürüyerek kendi partisinin -İstiklâl Mahkemeleri’nden Yassıada Mahkemelerine, Oktay-Moğoltay uygulamalarından 28 Şubat’a ve 367 garabetine- adaletle imtihanını, daha da önemlisi, “kontrollü darbe” teranesinden vazgeçip geçen yıl 15 Temmuz’da nasıl bir badire atlattığımızı, darbenin başarılı olması halinde Türkiye’nin nasıl bir felaketle karşı karşıya kalmış olacağını derin derin düşünmesi gerekir.

Sadece CHP Genel Başkanı’nın değil, sorumluluk mevkiinde olan herkesin ara sıra tek başlarına yürüyerek tefekkür etmelerinde çok fayda vardır.

NOT: Yürümeye Övgü, Türkçeye İsmail Yerguz tarafından çevrilmiş ve 2007 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır.

YORUMLAR (8)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
8 Yorum