Avrupa’da tarihin geri gelişi...

Trump’ın ABD’de de seçilmesi Avrupa’da birbiriyle çelişkili iki farklı duyguya yol açmıştı. Bir yandan bu meseleyi rejim değişimi olarak okuyacak kadar ileriye giden baskın karamsarlık duygusu diğer yandan Trumpvari bir siyasetçinin Avrupa’dan ziyade Amerika’da seçilmiş olmasının vermiş olduğu memnuniyet hali Avrupalı elitlerde belirgin bir şekilde görülüyordu. Her iki yaklaşım ve duygu da abartılıydı. ABD’de de yaşanan, yönetime gelen iktidarın bütün ırkçı, popülist ve nefret söylemine rağmen yaşanan bir iktidar değişimiydi. Buna ilaveten, Avrupa elitinin Trumpvari bir siyasetçinin Avrupa’dan ziyade ABD’de iktidara gelmiş olmasından dolayı duyduğu gizli veya açık memnuniyetin de gerçekçi bir temeli yok. Bugün irili ufaklı Trumpvari siyasetçiler Avrupa siyasetini ve siyasal haritasını şekillendiriyorlar. Bu şekillendirme iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisi, bu partiler ve temsil ettikleri popülist, ırkçı ve anti-sistemik dalga Avrupa’nın her yerinde yükselişte. Her seçimde bu dalga rüştünü daha fazla ispatlıyor, sistemdeki yerini daha fazla tahkim ediyor ve toplumsal desteğini daha kalıcı bir hale getiriyor.

***

En son Avusturya’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Irkçılığı, göçmen karşıtlığı, İslamofobik ve anti-semitik oluşuyla nam salmış Avusturya Özgürlük Partisi lideri Norbert Hofer’in yüzde 46.7 oy oranıyla seçimi Yeşiller geleneğinden gelen bağımsız aday Alexander Van der Bellen karşısında kaybetmesi Avrupa’nın liberal-sol elitine rahat bir nefes aldırdı. Fakat burada asıl üzerinde durulması gereken böylesi kirli bir geçmiş ve faşizan bir siyasal projeksiyona sahip bir kişinin hem toplumsal hem de siyaseten sakınılması gereken marjinal bir figür olması gerekiyorken nasıl oluyor da bu ölçekte bir toplumsal ve siyasal desteğe sahip olabiliyor? Bu reaksiyon aslında Avrupa’da işlerin nasıl değiştiğini, nereye evrildiğini gösteriyor. 2002 yılında Jean-Marie Le Pen, Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yüzde 18 civarında oy alınca, bu bütün Avrupa’da bir tartışma başlatmıştı. Yüzde 18’in yarattığı şoktan yüzde 46.7’nin getirdiği rahatlama hissi tek başına Avrupa’nın siyasal haritasında yaşanan depremi özetliyor.

İkincisi, mevzubahis aşırılıkçı partiler iktidara gelmezlerse de temsil ettikleri siyaset, toplum-devlet düzeni ve tahammülsüzlük siyasetin merkezine çoktan oturmuş durumda. Türkiye’deki moda tabirle bu partilerin kendileri olmasa da fikirleri Avrupa’da iktidarda. Başka bir ifadeyle, merkezin bu siyaseti terbiye, rehabilite etmesi beklenirken bu aşırılıkçı, ırkçı ve tahammülsüz dalga merkezi tanımlıyor. En son Hollanda’nın Türkiye’den seçim çalışmaları için oraya giden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Betül Sayan Kaya’ya uyguladığı her türlü diplomatik teamülden yoksun, ırkçı ve tahammülsüz yaklaşımın ortaya koyduğu gibi siyasal merkez büyük oranda daha önce marjinal olarak kodlanan dalgaya teslim olmuş durumda. Siyasal merkez popülizm ile topluma dayanan daha rasyonel ve ciddi bir siyasetle mücadele etmesi gerekirken, merkez, popülist partilerle popülist bir zeminde yarışmayı seçiyor. Bu da marjinal ile merkez, rasyonel ile emosyonel arasındaki farkı ortadan kaldırıyor. Hollanda’da 15 Mart tarihinde yapılacak seçimlerde Geert Wilders seçimi kazanır mı bilinmez. Ancak bilinen şu ki ortaya çıkacak seçim aritmetiğinden bağımsız olarak bir siyasal tarz ve içerik olarak Geert Wilderizm, Trumpizm örneğinde olduğu gibi seçimi kazanmış bulunuyor. Avrupa her geçen gün Wilders, Le Pen, Orban ve benzeri siyasetçilerin versiyonları veya varyasyonları arasında seçim yapıyor. Tabii ki bu son olayın bağlamını gözden kaçırdığıma dair itirazları duyar gibiyim. Hollanda’nın 15 Mart tarihinde yapılacak seçimi ile yine Almanya, Fransa, Avusturya (2018) ve diğer Avrupa ülkeleri ile Türkiye’deki seçim takvimleri ile seçmen hassasiyetinin bu son krizin tırmanmasında asıl payeye sahip olduğu tespitini gözden kaçırmıyor, onları yabana atmıyorum. Ama resim hala bu dalganın varlığını ortadan kaldırmıyor veya bu dalgayı daha kabul edilebilir kılmıyor.

Avrupa entegrasyon projesininin başlangıcı ve yaşadığı evrilmeler ile dünyada liberal düzenin doğuş ve dönüşümü birbirlerine paralel yürüyen iki süreçti. Hatta bu temelde tek bir süreçti. Bu süreci ve düzeni doğuran itici güç Avrupa’nın/Batı’nın kendi karanlık tarihiydi.

BM, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF gibi liberal düzenin uluslarası kurumları ve kuralları inşa edilirken de Avrupa entegrasyon sürecinin kurumları ve kuralları vücuda getirilirken de akıl da olan ana referans noktası Batı’nın kendi tarihi, kendisine ve dünyaya yaşattığı trajedisiydi. Bu her iki düzen de Batı’nın kendi tarihinden kaçışının veya yüzleşmesinin adıydı.

Hatta Soğuk Savaş döneminde bu düzenin kurumsal/organizasyonel/ideolojik karşıtı veya ötekisi her ne kadar Sovyetler Birliği olsa da, bu düzenin normatif ötekisi aslında Batı’nın özellikle 20’yüzyılda yaşadığı deneyimi yani kendisiydi. Batı, bunu legal yollar, yeni kural ve kurumlarla aşmaya çalıştı. Fakat, her yeni krizde Batı/Avrupalı devletlerin en rahat feragat ettiği unsurları bu değerler, kurallar ve kurumlar yani yeni Batı oluşturuyordu. Hollanda’da yaşanan hadisenin de ortaya koyduğu gibi Batı/Avrupa, ikinci dünya savaşından sonra inşa ettiği kurum ve değerlerden vaz geçtikçe, reddettiği, tarih dışına itmeye çalıştığı bu kimliğine daha fazla bürünüyor. Artık bu kimlik kurucu öteki olmaktan çıkıyor tekrardan kurucu kimliğe dönüşüyor. Avrupa/Batı’nın ikinci dünya savaşından önce sahip olduğu kurucu kimliğin dünyaya nasıl felaketler getirdiği, nasıl maliyetler ödettiği ise hepimizin malumu...

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum