Devlet ve siyaseti yeniden düşünmeliyiz
15 Ağustos kalkışmasının hem kendisine has özellikleri var hem de daha önceki darbelerle kesişen ortak noktaları var. Kendisine has özellikleri bu darbenin Gülen örgütü tarafından gerçekleştirilmesi bu örgütün mahiyetiyle yakından alakalıdır.
Fakat bu darbe aynı zamanda Türkiye’de dördü başarılı, üçü de başarısız olan darbe tarihindeki bir cüzü temsil etmektedir. Türkiye’nin bir darbeler ve asker meselesi olduğu bilinen bir gerçek. Bu meseleyle alakalı ciddi bir külliyat da var. Bugüne kadarki mesele bu külliyatların önerdiği reçeteleri hayata geçirebilecek, hatta siyasette onun sözcülüğünü sahici bir şekilde yapabilecek bir aktörün bulunmamasından kaynaklanıyordu. Bugün siyaset artık sahici bir zeminde gerçekleşen sahici bir aktördür. Meselelerin üzerine gidebilecek, esaslı meselelere esaslı bir şekilde dokunabilecek bir kudrete sahip.
Darbe girişimi Türkiye’de devlet ve siyaset mefhumlarını yeniden düşünmemizi elzem kılıyor. Çünkü mevcut haliyle bu mefhumlar darbeciliğe yapısal ve fikrî zemin sunuyor. Bunun yanında, devletin dar klik, cemaat ve ideolojik grup çıkarlarının maksimizasyonu yönünde kullanılmasını cazip kılıyor. Bu tartışmanın yeni bir tartışma olmadığı aşikar. En azından 100-150 yıllık bir aşırı-merkeziyetçilik ve kimlikli devlet tartışmamız mevcut. Devlet eliyle ‘imar edip’ ve ‘adam etme’ bir dönemin baskın düşüncesiydi. Ama artık yarı-arkaik bir düşünce bu.
Yüzleştiğimiz her yeni mesele bizi bu bitmeyen tartışmamıza geri götürüyor. Bugüne kadar bu meselelerimize ciddi bir şekilde dokunamadık. Çünkü bu meselelere dokunmak, ‘devletin sahibi’, ‘toplumun terbiyecisi’ odaklara dokunmakla eş anlamlı oluyordu. Türkiye’nin siyasal tarihinin aynı zamanda kapatılan partiler, darbeler ve kimliksel gerilimler tarihi olması böylesi bir girişimin muhatap kaldığı veya kalacağı maliyeti göstermekteydi. AK Parti, iktidar dönemlerinde bu maliyetlerin birçoğuyla yüzleşti. Bunlarla mücadele ederek bugüne geldi; gücünü konsolide etti. Toplum devletin sahibi, siyaset aktör kılındı. Artık moda tabirle, eski Türkiye’ye ait şikayetler üzerinden yeni Türkiye’nin prangalarından kurtarılmasını ertelemenin bir bahanesi kalmadı.
Panik havasıyla izlenen reaktif siyaset ve konjonktürel çözümlerden ziyade AK Parti, proaktif bir ajanda ve yapısal bir bakışla Türkiye’nin devlet ve siyaset meselesine yaklaşmalıdır. Türkiye’de devletin aşırı merkeziyetçi ve aşırı güçlü olması, güçlü olmakla devlette dominant olmayı eş anlamlı kılıyor. Türkiye, muadili üniter devletlere oranla dahi çok merkeziyetçi. Türkiye’de kamuda çalışanların yüzde 85’i merkezî hükümette, yüzde 15’i ise yerel yönetimlerde çalışıyor. Merkezî hükümette çalışanların oranı üniter Fransa’da ise yüzde 45 civarındadır. Bu da devleti belli gruplar tarafından daha rahat domine edilebilir kılıyor.
Buna ilaveten, devletin aynı zamanda kimlikli olması ve kimlik dayatması, toplum, nesil ve benzeri projeksiyonları ve tasavvurları olan her grubu devlette önce güçlü olmaya, sonra bu vesileyle toplumsal mühendislik faaliyetlerine girişmeye teşvik eden bir yapısı var. Bugün polis, yargı ve askeriyenin çok ciddi bir kısmının Gülen’ci olduğunu gördük. 90’lı yıllarda ise polisi ülkücü, yargıyı Kemalist kabul ederdik. Topluma hizmetle yükümlü kurumların bir ideolojinin rengini bu ölçüde almaları devletin kimlik empoze eden yapısıyla yakından ilişkilidir.
Kimlikli devlet veya kimlik dayatan devlet anlayışı artık geride bırakılmalıdır. Devlet aracılığıyla inşa edilen her kimlik veya tasavvur tekrardan devlet eliyle yıkılabilir. Bu nedenle devlet kimliklerle sadece bir garantörlük ilişkisi kurmalıdır.
Siyaset uzun süre asıl meselelerin gerçek çözüm adresi olmadığı için ortaya kendi içerisinde işleyen çözüm mekanizmaları çıkaramadı. Çünkü Cumhuriyet tarihinin büyük kısmında siyasetin esaslı konularda en iyi bildiği şey, bunları vesayet makamlarına havale etmekti. Burada da kara göründü. Siyasetin artık meseleleri çözülmesi veya kangrenleştirilmesi için transfer edeceği daha muktedir bir vesayet makamı yok. Eğer bir gün böyle bir makam oluşursa, bu siyasetin kendi eliyle oluşturacağı bir vesayet sistemi olur. 15 Temmuz sonrası dönem bu konuda da son derece öğretici. Türkiye, darbeyle mücadelesini asıl toplumsal ve siyasal ayaklarla yaptı. Geçen sürede de Türkiye dış kamuoyuna FETÖ meselesinde hukuki kanıttan çok tabiri caizse siyasette iktidar-muhalefet denklemini iyi çalıştırarak siyasal kanıt sundu. Bu, Türkiye’nin yüzleştiği bütün meselelerin bir an evvel siyasetin alanına taşınıp bunlara siyasetin eliyle çözüm aranmasını elzem kılmaktadır. Siyasetin dışına itilen, siyasetin dışındaki partner ve reçetelerle çözüm aranan her meselenin sadece siyasetin alanını daralttığını deneyimle öğrendik. Bundan sonra meselelerin siyasal alanda, siyasal aktörlerle çözülmesi gerektiği bir döneme girdik. İktidarın olduğu kadar muhalefetin de buna ihtiyacı var. Muhalefet darbeye karşı çıkarak iktidara bir ihsanda bulunmadı; siyasetin namusuna, toplumun iradesine ve kendisine sahip çıktı. Bundan sonra asıl meselelerde ortaya koyacağı performans ile siyaset, aktörlük derecesini, niyetini ve çapını ortaya koyacak.