ABD ve Avrupa’yla iyi geçinmek teslimiyetçilik midir?
Bir taraftan Suriye krizinden payımıza düşen toplumsal ve ekonomik maliyet, diğer taraftan içinden geçmekte olduğumuz can acıtıcı terör sınavı bütün siyasi ve diplomatik reflekslerimizi de derinden etkilemiş bulunuyor. Elbette kolay değil, PKK ve IŞİD gibi dünyanın iki büyük terör örgütüyle mücadele ediyoruz. Terörün aslında bütün dünya için bir bela olduğu bilinmesine rağmen, Avrupalı ve Amerikalı müttefiklerimiz kendilerine dokunmadığı sürece bazı terör örgütlerinin etrafından dolaşmayı, görmezden gelmeyi, hatta zaman zaman teşvik etmeyi tercih ediyorlar.
Bunun en somut örneği, otuz-kırk yıldır mücadele ettiğimiz PKK’yı ‘terör örgütü’ olarak ilan etmesine rağmen Amerika’nın dolaylı yollardan bu örgütün fiili uzantılarını desteklemesidir. Mesela PYD-YPG, PKK’nın çatısı altında yer alan bir örgüttür ve Amerika YPG’ye açıktan silah desteği sağlamaktadır. Washington resmi olarak bu desteği sağladığını, sağlamaya devam edeceğini çoğu kez resmen ilan etmiştir. Açık konuşalım, bu tavrın dostlukla, müttefiklikle bağdaşması mümkün değildir. Nitekim geçtiğimiz günlerde Washington Post’un Ortadoğu’daki kıdemli isimlerinden Liz Sly, Amerikan yönetiminin PKK’nın Suriye uzantısı PYD ve YPG’ye yaptığı askeri yardımların hem Türkiye’yi, hem de Suriye’deki yerel unsurları rahatsız ettiğini yazdı. Sly: “YPG, PKK’nın elebaşı Öcalan’ı lideri olarak görüyor, bu çelişkili bir durum.”
Karşı karşıya olduğumuz manzara budur, ancak terör örgütleri ne kadar büyük olursa olsun, elbette devletin kapasitesi bunlarla mücadeleye muktedirdir. Bu süreçte toplumsal dayanışmanın en değerli varlığımız olduğunu da unutmamak gerekiyor. Evet, devlet bu toplumsal zemini arkasına alarak, güvenlik güçleri anlamında daha teknik, daha profesyonel bir mücadele vermeye devam edecek. Ama terörü yenmek için sadece bunlar yeterli değil. Terörün aynı zamanda uluslararası bir mesele olduğunu da dikkate aldığımızda, diplomatik bir vizyona ihtiyacımız olduğu da muhakkak.
Terör canımızı yakmaya devam ettikçe öfkemiz artıyor, çok haklı olarak tepki dilimiz de şiddetleniyor. Ancak meseleyi sadece “Bütün dünya bizi bölmeye, parçalamaya çalışıyor” söylemine indirgemek çözüm değildir. Öncelikle bu duygulardan kurtulmak gerekiyor, zira Türkiye öyle kolay vazgeçilecek bir ülke değildir. Yolun bir yerinde müttefiklerimizin de, muarızlarımızın da siyasi ve askeri gücümüzü dikkate almaya ihtiyaçları olacaktır.
Unutmayalım, dış güçler tarih boyunca hep vardı, bundan sonra da olmaya devam edecek. Kabul etmek gerekiyor ki, uluslararası ilişkilerin tabiatında ‘birbirine çelme atma’ tavrı hep varolagelmiştir. Önemli olan sizin bu ilişkileri nasıl yönettiğinizdir. Uluslararası ilişkilerdeki soft power’ın önemi tam da bu noktada devreye girmektedir. Karşımızdakini tehdit ederek, sopa göstererek değil, çıkarlarımızın ortak olduğuna ve birlikte çalışmamız gerektiğine ikna etmektir. Dış politikada bu yöntemi ihmal ettiğinizde ne yazık ki uzun vadede kazançlı olmak pek mümkün olmuyor. Elbette iyi ilişkileri sadece Avrupa ve Amerika ile değil, başta komşularımız olmak üzere bütün ülkelerle aynı minval üzere sürdürme zaruretimiz vardır.
Bu konudaki tarihsel hatalarımızdan birisi; hangi dünyaya inanmışsak başka dünyalara kulaklarımızı tıkamış olmamızdır. Türkiye geçmişte uzun yıllar Avrupa ile iyi ilişkiler geliştirdiğinde Ortadoğu’yu görmezden gelmiştir. Arap ülkeleri ile ilişkilerimiz zenginleştiğinde Amerika ile müttefikliğimizin zayıflayacağı korkusuna kapılmıştır. Dahası, Rusya ile ilişkiler güçlendiğinde ‘Ya Amerika’yı kaybedersek’ endişesi başat hale gelmiştir.
Açıkçası bu yaklaşım biraz da Soğuk Savaş döneminden kalma bir tortudur. Aslında Türkiye dinamik güç merkezlerinin buluşma noktasında yer alıyor. Sancılı ama aynı zamanda dinamik bir coğrafya burası. Dolayısıyla bölge dinamikleri kadar uluslararası dengeleri de iyi okumak durumundayız.