Müslümanlar fıtratı, aklı ve ahlakı esas alan bir hukuk üretebilir mi?
Din, hayattan kopuk, hazır reçeteler sunan bir paket program değildir. Ayrıca, sadece Hz. Peygamber dönemine hasredilmiş bir kurallar bütünü de değildir.
Dinin bütün insanları kuşatan mesajı, dinle hayat arasındaki bağı sürekli canlı tutan ve aynı zamanda dindarlık anlayışını denetleyen bir özelliğe sahiptir.
Bu çerçevede, Kur’an ve sünnette vazedilen fıkhi hükümlerin belli bir olay ve olgu üzerine geldiğini ve esas itibariyle bu metinlerin amaçlarının önemli olduğu gerçeğini kabul etmek durumundayız.
Bu yaklaşım bizi, İslam’ın sadece belli bir zaman ve mekan diliminde yaşayan insanlara değil, bütün bir insanlığa sesleniş mesajı olduğu gerçeğine götürür.
Dolayısıyla ayet ve hadisleri bağlamlarından soyutlayıp sadece klasik fıkıh teorisini esas alarak yeni hukuk metinleri üretmek bizi sağlıklı sonuçlara götürmeyebilir.
Ali Bardakoğlu Hoca’nın, dinin hükmünün yeni dönem ve durumlara yansıtılması konusundaki şu tespiti bize ufuk açıcı bir yaklaşım sunuyor: “İslam’ın ilk yüzyıllarında özellikle Irak rey fıkhının izlediği yöntem, her bir nassı zaman, olgu ve toplum bilincini yitirmeksizin yorumlamak, hükümleri muhatap ve vakıayla bağlantılı olarak ele almak ve bu verilerden soyutlamaya gitmek olmuştur. Bu soyutlamayla elde edilen ilke ve kurallar yeni durumlara yansıtılmış, böylece farklı bölge ve şartlarda İslam’ın ana mesajından kopmadan yaşama imkanı bulunmuştur.” (İslam’ı Yeniden Düşünmek, s.217)
Müslümanların adalet tasavvuru ile ilgili sağlıklı bir sonuca ulaşabilmek için, öncelikle Müslümanların Kur’an’ı nasıl anladıkları ya da nasıl anlamaları gerektiği konusunda daha sahih bir yaklaşıma ihtiyaç var.
Bu konuda, Burhanettin Tatar’ın KURAMER’den çıkan “Sonsuzun Sınırında” adlı çok değerli bir eseri var. Tatar’ın, kitabın önsözünde yer alan şu ifadeleri Kur’an’ı anlama konusunda bize net bir yol haritası sunuyor: “Kur’an, insanın var olduğu bu ara mekan, kesişim noktası veya sınırda Hz. Peygamber’e inzal olan ve konuşan bir metindir. Bu yüzden inanan kişinin Kur’an’ı anlaması salt zihinsel (bilişsel) bir eylem değil; bedensel, psiko-sosyal, kültürel, tarihsel ve metafiziksel değer tecrübelerinin eşlik ettiği bir hadisedir.”
Kur’an’ı anlama bağlamında, Prof. Ömer Özsoy’un Kur’an’ı bir hadise ve doküman olarak ele aldığına işaret eden Burhanettin Tatar diyor ki: “Özsoy’a göre Kur’an, ilahi vahyin Arapça içinde tarihsel teşekkülüdür. Kur’an’ın hadise oluş, vahiy süreci ile vahye doğrudan muhatap olan bazı insanların ‘kurucu ümmet’e dönüşme sürecinin birbirinden ayrıştırılamazlığı anlamına gelmektedir.” (Sonsuzun Sınırında, s.479)
Tatar ayrıca hem ilahi kelamın teşekkülü hem de kurucu ümmetin oluşum sürecinde asıl olanın, insanların makul ve ahlaki çerçevede insan fıtratına uygun çözümler üretmesi olduğunu söylüyor.
“Buna göre Kur’an’ın hadise oluşu sadece vahyin diyalojik ve polilojik* tarzda açığa çıkması değil, aynı zamanda kurucu ümmetin yeryüzünde varlık göstermeye başlamasıdır. Özsoy bu duruma ‘erken aydınlanma’ tabiriyle işaret etmektedir. Burada aydınlanma kavramı, Kur’an’ın cahiliye kültüründeki fatalizm, büyü, sihir gibi irrasyonel yaklaşımların, Yahudilikte seçilmişlik inancını güçlendiren mesihçi tutumun, Hristiyanlıkta Hz. İsa ekseninde eskatolojik tarih tasavvurunun ötesinde, fıtrata, tabiatın düzenine, akli ve ahlaki kaidelere dayalı bir hakikat anlayışını ön plana çıkarmasına işaret etmektedir.” (a.g.e, s.480)
Biliyoruz ki Özsoy’un ‘erken aydınlanma’ şeklinde tanımladığı dönemle eş zamanlı olarak vahiy de sonlanmış ve yeni bir dönem başlamıştır. Burhanettin Tatar’ın da ifade ettiği gibi, bu yeni dönemde esas olan, insanların kendi asli fıtratlarına uygun bir akli donanımla Allah’ı tanımaları ve ahlaki-hukuki bir hayat sürmeleridir.
Vahyin bitmesi ve Hz. Peygamber’in son peygamber olduğu gerçeğini esas alarak söylemek gerekirse, Müslümanlar artık yaşadıkları çağın gerçekliğini, kültürel ve toplumsal şartlarını dikkate alarak akla, fıtrata ve ahlaka uygun bir hukuk üretmek zorundadırlar.
Ancak günümüzde Müslümanlar, fıkhın toplumla diyalektik ilişkisini açık yüreklilikle tartışamadıkları için, ne yazık ki klasik fıkıh teorilerine sıkı sıkıya bağlı kalarak İslam fıkhını modern dünyaya taşımayı başaramamışlardır. Bu yüzden de Müslümanların dört başı mamur bir adalet tasavvuru oluşmamıştır.
*Özsoy polilojik (polylogue) kavramı ile Kur’an’ın inzal döneminde Müslüman, putperest, Yahudi ve Hristiyanlarla interaktif ilişkisini kastetmektedir.
