Nasıl bir Cumhuriyet’ten nasıl bir başkanlığa
Bilindiği gibi Cumhuriyet’in kuruluşunda yaşanan “Nasıl bir Cumhuriyet” tartışmaları genel olarak iki ana eksen üzerinde yapılmıştır.
Birinci grupta yer alan Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Ali Fuat paşalar ile dönemin aydınlarından Halide Edip, Ahmet Emin Yalman ve Hüseyin Cahit gibi isimler tıpkı Fransa’da olduğu gibi kuvvetler ayrılığına dayalı bir modelden yanaydı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları ile Suphi Nuri, Yunus Nadi, Ağaoğlu Ahmet gibi aydınlar ise bütün yetkilerin Mustafa Kemal’in şahsında cumhurbaşkanında toplandığı, tek partili ve inkılapçı bir cumhuriyeti savunuyorlardı.
Bütün bu kuruluş tartışmalarının sonunda otoriter bir rejimden yana olanlar kazandı ve Cumhuriyet bu ideoloji çerçevesinde şekillendi.
Şimdi bulunduğumuz noktadan bakıldığında “keşke” diye başlayan cümleler kurmanın ne kadar anlamı var bilemiyorum, ama keşke gerçekten o gün kuvvetler ayrılığına dayalı bir Cumhuriyet kurulabilseydi; belki de bugün gündemimizi işgal etmeye devam eden sistem tartışmalarının hiçbirini yaşamayabilirdik.
Ama artık o günler geride kaldı, şimdi oturup hayıflanmanın ne yazık ki bugünkü sistem tartışmalarına bir faydası yok.
Cumhuriyet’in 93. yılını idrak ettiğimiz şu günlerde yepyeni bir sistem tartışması yaşıyoruz, başkanlık sistemi...
Maalesef her on yılda bir yapılan darbelerle malul hale gelen parlamenter sistemi yeniden ihya etmek pek mümkün gibi gözükmüyor. En son 2007 yılında yaşanan 367 rezaleti parlamenter sistemi dönülmez bir akşamın ufkunda başka bir sistem arayışına mecbur bırakmış bulunuyor.
Kabul etmek durumundayız ki, cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle birlikte Türkiye fiili bir başkanlık halini yaşamaya başlamıştır. Buna itiraz edenler, farklı Avrupa ülkelerinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği halde o ülkelerde hiç de başkanlık rüzgarlarının esmediğini örnekleyebilirler.
Evet, doğrudur; ama unutmayalım ki o ülkelerin hiçbirinde bizde olduğu gibi darbeciler demokrasiye musallat olmamış ve parlamenter sistemle bu kadar oynanmamıştır.
Eğer parlamenter sistem 367 rezaletine benzer absürtlüklerle derin bir çaresizliğe mahkum edilmeseydi, belki de bugün başkanlık sistemi diye bir gündemimiz hiç olmayacaktı. Bu arada CHP’nin o günlerdeki vebalini de bir yere not etmekte yarar var. Çünkü esas itibarıyla başkanlığa giden yolu CHP’nin 367 konusunda anayasal sınırları ve teamülleri zorlayan tavrı açmıştır. Nitekim Başbakan Binali Yıldırım dün İstanbul İl Danışma Toplantısı’nda yaptığı konuşmada tam da bu noktaya işaret ederek dedi ki: “CHP o gün adam gibi parlamentoda cumhurbaşkanlığı seçimini yaptırsaydı, bugün biz sistem meselesini konuşma ihtiyacı duymazdık.”
Dolayısıyla CHP’nin bugünkü itirazlarının çok fazla bir önemi yok. Maalesef siyasetin şehveti bazen dönüşü imkansız hatalara yol açabiliyor.
Ama olan olmuştur, bu saatten sonra sistem tartışmalarına noktayı koyacak olan tek merci halkın hakemliğidir. Artık başkanlık yolundan bir dönüş ihtimali olmadığına göre, bütün siyasi partilerin demokratik ve hukuki temelleri ikmal edilmiş modern bir anayasa ve başkanlık sistemi konusunda katkı sunması demokratik bir vecibedir.
Şu ana kadar kamuoyuna yansıyan bilgiler gösteriyor ki, AK Parti’de ayakları yere basan, kuvvetler ayrılığına dayalı bir başkanlık sistemi konusunda kapsamlı çalışmalar yapılıyor. Bu konuda bir televizyon kanalında değerlendirmelerde bulunan Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, önerecekleri sistemle ABD’deki sistem arasında bazı nüans farklılıklarının olabileceğini ancak, “Yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengenin son derece önemli” olduğuna dikkat çekiyor. Canikli, gerçek anlamda ‘kuvvetler ayrılığı’nın başkanlık sisteminde olduğunun da altını çiziyor.