Sahiden yalnızlaşıyor muyuz?
Suriye diktatörünün katliam politikaları vicdanları sızlatan büyük bir insanlık dramı yarattı. Ama aynı zamanda Türkiye’nin güvenlik duvarlarını da zaafa uğrattı. Çünkü Suriye’deki kaotik ortam bir taraftan yeni terör dalgaları oluştururken, bir taraftan da Türkiye’de var olan terörü motive etti. Öteden beri Kandil’den gizli gizli hisse senedi alan uluslararası aktörler, artık terör borsasından açıkça PKK hissesi satın almaya başladılar.
Maalesef son dönemde PYD’nin şımarıklıkları üzerinden sahnelenen diplomatik oyunlar, Türkiye’nin bölgede nasıl bir yalnızlığa doğru itildiğinin önemli bir göstergesi haline gelmiş bulunuyor.
Mesela biz YPG’ye ‘terörist’ diyoruz, ama dostumuz Amerika “O bizim IŞİD’e karşı müttefikimiz” diyor. Ankara’da bizi kalbimizden vuran saldırganın PYD’li olduğunu söylüyoruz ama müttefikimiz Amerika’yı inandıramıyoruz.
Hiç kendimizi kandırmaya, bahaneler üretmeye gerek yok, stratejik müttefik olarak gördüğümüz Amerika PKK’nın terör yazılımı içinde yer alan YPG konusunda Türkiye’yi yalnız bırakmıştır. Ve YPG’yi asla bir terör örgütü olarak görmediğini her gün tekrarlamaya devam ediyor.
Yarın Suriye’nin kuzeyinde, yani sınırımızda bir ‘PKK hattı’ oluşması durumunda meşru müdafaa hakkımızı kullanmaya kalksak bırakın Amerika’yı, üyesi bulunduğumuz NATO’nun bile yanımızda olacağından emin değiliz.
Peki neden, bize güvenmiyorlar mı?
Oysa biz AB ile tam üyelik müzakereleri yürütüyoruz, NATO’nun en güçlü ortağıyız ve Amerika’nın stratejik müttefikiyiz. Bir dönem gelip geçici ŞANGAY heveslerimiz olsa da ciddi bir eksen kayması yaşamadık ve hala demokratik dünya ile aynı eksendeyiz.
Evet Batılı ortaklarımızın bize özellikle tam üyelik konusunda çok da dürüst davrandıklarını söyleyemeyiz. Ama kabul edelim ki işin başında tercihimizi demokratik dünya yönünde yaptık.
Unutmayalım, 13-14 yıllık AK Parti iktidarları boyunca gerçekleştirilen demokratikleşme reformları AB perspektifi içinde hayata geçirildi. Ayrıca altını özellikle çizmekte yarar var, AK Parti iktidarının ilk dönemindeki bu özgürlükçü rüzgar gerek Amerika’da, gerekse Batı’da Türkiye’ye büyük bir prestij ve destek sağladı.
Eğer bugün rüzgar tersine dönmüş gibi görünüyorsa, elbette bunda Batı’nın kusurlarının payı olduğunu bir tarafa not edelim, ama bir taraftan da işlerin bu noktaya gelmesinde Türkiye’nin dış politika parametrelerinin doğru sonuçlar verip vermediğini de tahlil edelim.
Geldiğimiz noktada bir kere bizden yana tavırlar bulmakta zorlandığımız kesin. Batı dünyasında ve Amerika’da öyle rüzgarlar esmiş ya da estirilmiş ki Türkiye hakkında özellikle özgürlükler konusunda bir takım tereddütler ve yanlış algılar oluşmuş. Öyle anlaşılıyor ki şu ‘otoriterleşme’ masalı ve basın özgürlüğü üzerinden Batılı karar vericilerin kafaları hayli karışmış.
Galiba bir karar vermemiz gerekiyor. Eğer demokratik dünyanın siyaset havzası içinde yer almakta kararlıysak, AK Parti iktidarının işin başında yakaladığı o reformist dili zenginleştirerek daha da ön plana çıkarmak zorundayız.
Bir gün Batı dünyasına ve liderlerine yüksek perdeden ayar verip, sonra da “Suriye’de bizi yalnız bıraktılar” diye yakınmanın çok anlamlı olduğunu söyleyemeyiz. Açıkçası bir taraftan‘üst akıl’ paranoyalarıyla herkesin bize düşman olduğunu söyleyip, bir taraftan da aynı çevrelerin bizden yana tavır almadıklarından şikayet etmek doğrusu çok da akılcı bir tutum olmasa gerek.