Kültür: En büyük anlatı
Albert Camus’nün ‘saçma’ düşüncesi, insan ile yaşamak durumunda kaldığı bu dünya arasında ontolojik bir örtüşmezlik olduğu temeline dayanır. İnsan, bu dünyaya fırlatılmıştır. İnsan ile bu dünya arasında ‘akla uygun olmayan’ bir durum vardır. İlişki değil, durum, hatta pozisyon. Karşılıklı bakışımsızlık. İçine fırlatıldığımız, bizi her bir yandan çepeçevre sarmalayan bu dünyada ‘yabancı’ bir nesne olarak dolanıp durmaktayız. Dünya bize sağırdır, dili de yasaktır, ‘deşifre’ edilemiyor, belki de yok; bir vehim belki de yalnızca. Bu otantik bir düğümdür. Martin Heidegger’in dediği gibi, “En zorlu olan, bir yazgının başlangıcıdır”.(1) Bu ontolojik düğüm anı, ‘yazgının başlangıcı’, zembereğin kurulup, kurulduğu, o ilk an boşaldığı andır da: Öznesini bertaraf etmiş bir ‘yazgıdüzen’. Bu yazgıdüzenin yaşamsal dayanaklarından biri kültürdür işte.
İnsan ile dünya arasında ‘ontolojik örtüşmezlik’ olduğu düşüncesinden yola çıkarak, kültürün, bu ‘yabancı-dünya’yı insanileştirme çabası olduğunu ileri sürmek pek de yanlış olmaz. Hatta daha da vurgulanmalı. Karşılıklı bakışımsızlık durumunda olduğumuz dünya karşısında, insan yapımı bir ‘başka-dünya’ yaratmalıydık. İnsan, içine düştüğü bu ‘yabancı-dünya’da kendisini bu yabancılıktan kurtarmak, varoluşla örtüşemeyişinin acısını dindirmek, kendine akıl melekesiyle algılayıp çözümleyebileceği, daha da ötesi, içinde nefes alıp verebileceği bir ‘insan-dünyası’ yaratmak durumunda kalmıştır. Bu dünya, kültürdür işte. Kendimizi içinde iyi hissettiğimiz bir ev inşa etme çabası olan kültür, şimdi bizi içeri kilitlemiş dışarı çıkıp hava alamıyoruz. Sıcak yuvamız, kâbuslar yaşadığımız bir perili köşke dönüştü. Hayaletleriyle. Kültür, böyle ele alınınca, insan yapımıdır. Doğal-olan’dan (ki doğal olan’a asla nüfuz edemeyiz, ki doğal-olan’ı asla bilemeyiz) sürgün olmuşluğumuzun hem itirafı, hem de kanıtı.
Kültürün kökeninde işte bu insan yapımı olmasından dolayı yazgısal bir ‘sanallık’ vardır. Ve bu sanallık, zembereği boşalmış bir halde özerkleşmiş ve insanı nesnesi haline getirmiştir. Aşırı-kültürden boğulmak üzereyiz, boğulacağız: Aşırı-kültür (çeşitlemeler yapılabilir: ultraculture, extremeculture ya da meta-culture vs.)
Son yirmi otuz yılın Fransız filozofları (ki felsefeyi, ‘deneme’ye ve ‘sanat’a çok yaklaştırmışlardır) kapsayıcı, bütünleştirici, kendi içine ve üstüne kapanan gerçeklik tasarımlarına dayanan düşünce sistemlerini parçalama girişiminde bulunmuştur. Lyotard, Foucault, Deleuze, Derrida, daha öncelerinde Blanchot, Heidegger ve öncesi Nietzsche, ahlak ve kültür üzerinde çok durmuş, yıkıcı bir tavır takınmışlardı. Yıkmak istedikleri, her şeye, dünyaya, tek bir büyük düşünce sisteminin içinden bakmak demek olan büyük anlatılardı. İdeolojiler, bütüncül düşünceler karşıtıydılar. Şu anda, her zamankinden de çok, “en büyük anlatı: kültür’ün tahakkümü ve yabancılaştırıcı etkisi altındayız: ki en başında ileri sürdüğüm gibi kültürün zembereğinin öznesiz olarak kurulduğu o ilk an, sanaldır, zira ‘insan yapımı’dır, zira yapma-olan her şey icat edilmişlik demektir. Sonradan katarız onu varoluşa! Kültür de, sonradan kattıklarımızdandır.
“En büyük anlatı: Kültürün ana planı, geri beslemeli biçimlendirmenin sürekli aktığı devrelerden oluşan, özdenetimli çember düzendir…” (2) Bu insan ile dünya arasındaki her türlü ilişkiyi (ki bu ilişki bir zamanlar vardıysa bile şimdi neredeyse kopmuştur) yönlendiren en kapsamlı çember düzen olmasından öte, insanın kendisine yarattığı dünya demek olan ‘kültür’ün çember düzenidir. Kültür, insanın dünya içinde anlamlı bir ‘başka-dünya’ yarattığı bu çember düzen, şimdi, artık, çoktandır, bizi hayali bir dünyaya mahkum etmiştir. Kesinlikle, gerçeklikle ilgisi kalmamış olan bir başka-dünyada yaşıyoruz. Büyük anlatıların azılı karşıtı Michel Foucault, “İktidar, kurduğu birey üzerinden işler,” diyor bir yazısında.(3) Aynı cümle şöyle de söylenmelidir artık. “Kültür, kurduğu (yarattığı) birey üzerinden işler.” Tekrar ediyorum: Kültürün kökeninde sanallık vardır. Kurgusaldır kültür, yapıntıdır ve şimdi özerk, dev bir makine olarak kendini üzerimizde gerçekleştiriyor. Tarafından kurulduğumuz kültür ile dünyaya bakmaktayız ki, bu körleşmek, kurgulandığımızın dışında bir şey görememek demektir. Yeniden ve yeniden kültür tarafından üretiliyoruz.
Yine Heidegger. “Geriye adımın anlamı şudur. Düşüncenin şimdiki dünya uygarlığını yadsımaksızın onun gerisine gitmesi, Batı düşüncesinin başlangıcında düşünülmeden bırakılmış olması gerekirken düşünülmüş ve söylenmiş olan ve böylece bizim düşüncemize sunulmuş olanın üzerinde yeniden düşünmek.”(4)
Bu kendiliğinden-sanallığa karşı alınacak bir önlem var mı? Bilmiyorum. Belki az biraz yapabileceğimiz bir şey vardır: O da, yürürlükteki kültür-makinesinin dışarıda bıraktıklarını da, öğüttüklerini de gözlemlemek ve sadece, plansız programsız, özgürleşmek; kültürün dilinden uzak durarak, nereye varacağımızı önceden pek de kestiremeyerek, kestirmeyi de beklemeden, dışarı çıkmak.
Küçük küçük darbelerle büyük anlatıda yarıklar açmak, gerçeklik duygusunun bu yarıklardan içeri sızmasını sağlayabilir. Belki.