Marshmallow deneyi ve hayatta kalma modu
1972 yılında psikolog Walter Mischel tarafından Stanford Üniversitesi’nde yapılmış, oldukça meşhur bir psikoloji araştırması var: Marshmallow Deneyi.
Bu deneyde dört ila altı yaşlarındaki çocuklar birer birer boş bir odaya alınmış.
Her çocuğun önüne bir adet marshmallow (şeker, su ve jelatin karışımının çırpılmasıyla elde edilen bir şekerleme) konulmuş.
Çocuklara isterlerse şekerlemeyi hemen yiyebilecekleri ama eğer on beş dakika beklerlerse ikinci bir şeker ödülü kazanacakları söylenmiş.
Araştırmacılar, beklemeye tahammül edemeyip şekeri hemen ağzına atıveren çocuklarla, arzularını dizginlemeyi başaran çocukların on ve yirmi yıl sonra hayatta gösterdikleri performans farklılıklarını araştırmışlar.
Bekleyebilen çocukların üniversite sınavında ve iş hayatında daha başarılı oldukları, daha düşük obezite oranlarına sahip oldukları, sosyal ilişkilerde ve stresle başa çıkma konusunda daha iyi oldukları tespit edilmiş.
Bilim sürekli bir sorgulama.
Yıllar sonra bu deneyin bazı bulgularının yanlış yorumlandığı ortaya çıktı.
Daha çok çocukla tekrarlanan bir çalışmada, daha fazlası için halihazırda ellerinde olan imkânı erteleyebilen çocukların hayatta daha başarılı oldukları bir kez daha teyit edildi.
Ama bunun sebebi ilk deneyde zannedildiği üzere çocukların “karakteri” değildi!
Asıl belirleyici olan çocukların ailelerinin sosyoekonomik durumuydu.
Fakir ailelerden gelen çocukların şekerlemeyi hemen yemelerinin sebebi “karaktersizlikleri” değil, kaynakların ve sözlerin güvenilmez olduğu bir ortamda büyümüş olmalarıydı!
“Yemeyenin malını yerler” diye öğrenmişlerdi.
Zengin ailelerin çocuklarının sabredebilmesinin sebebi de “sabırlı” olmalarından ziyade, bekledikleri zaman ödülün gerçekten geleceğinden emin olmalarıydı.
Belli bir ekonomik refah seviyesine erişmiş ailelerde yetişenler, geleceği planlama ve projelendirebilme konusunda daha avantajlıydılar.
Gelecekteki soyut bir gaye (vaat ya da tehdit) için hemen elde edilebilecek somut bir kazanımdan vazgeçebilme tercihi, bireysel ve toplumsal hayatı şekillendiren bir tercih.
Hayatımızda çoğu zaman anlık arzularımızı dizginliyoruz.
İyi bir okula ya da işe girmek gibi soyut hedefler uğruna ders çalışırken oynamayı, gezmeyi, eğlenmeyi, yani hemen somutlaştırabileceğimiz hazları erteliyoruz.
Derin bağlar kurarak uzun vadeli mutluluğa ulaşma beklentisiyle anlık tatmin verecek kısa vadeli ilişkilerden kaçınıyor; romantik ya da cinsel dürtülerimizi kontrol etmeye çalışıyoruz.
Benzer şekilde, yaptıklarımızın hesabı sorulur diye bazı eylemlerden uzak duruyoruz.
Sadece soyut bir toplumsal düzene riayet ettiğimiz için değil, aynı zamanda radara yakalanıp ceza almak istemediğimiz için aşırı hız yapmıyoruz.
Günahlardan ya da alışkanlıklardan uzak durmamızın sebebi de, öldükten sonra cennete gitme umudu olduğu kadar cehennemlik olma korkusu.
Fakat yokluk içinde büyüyen, itilip kakılan, mağdur edilen, haksızlıklara uğrayan, sürekli hayatta kalma modunda büyüyen insanlar bu kalıba uymuyor!
Çünkü içinde yetiştikleri zorlu şartlar onlara karşılarına çıkan nadir fırsatları kaçırmamayı, önünü sonunu düşünmeden o anda alabilecekleri ne varsa almayı, kimseye güvenmemeyi, kimseye acımamayı, kimseye empati yapmamayı öğretmiş oluyor.
Hayatın bir ölüm kalım savaşı olduğuna, başkalarına acırlarsa acınır hale düşeceklerine inanıyorlar.
Adaletin bir kandırmaca olduğuna, tek hakikatin “güç” olduğuna inanıyorlar.
Hatta bazılarında “günah” korkusu yahut “cehennem tehdidi” bile fren vazifesi görmüyor.
Ahiret azabı, onlar için hem çok uzak ve soyut hem de çeşitli yollarla giderilebilir bir tehdit gibi duruyor.
Onları durdurabilecek tek şey, yakalanırlarsa derhal somut bir cezaya çarptırılacaklarını bilmeleri.
Toplumsal düzeni zorlayan bu davranışların kaynağı, bireylerin “karakteri” değil, onları bulundukları noktaya iten sosyoekonomik bataklık.
Bu bataklık, adaletsizlikten besleniyor; yokluk, belirsizlik ve güvensizlikle genişliyor.
Sağlıklı bir toplum, kurallara riayet eden, başkalarının hakkını gözeten, özdenetim, sabır ve erdem gibi değerleri içselleştirmiş bireylerle kurulur.
Bu değerlerin inşa edilebileceği adalet ve refah zeminini inşa etmedikçe mesafe alamayacağız.
