Sevinin küçükler ama övünmeyin büyükler...
Yarın Meclis’in 100’üncü yıldönümü. Bundan 100 yıl önce Meclis açıldığında kürsünün arkasında “Onların işleri istişare iledir” ayeti asılıydı.
Dünyada eşi benzeri olmayan bir örnekle İstiklal Harbi’ni Meclis yönetti, her karar günlerce istişare ile alınarak o tabelanın hakkı verildi.
Meclis’in açılmasından iki hafta sonraki en ciddi tartışma, işgal kuvvetlerinin Misak-i Milli’yi kabul ettiği için kapattığı İstanbul’daki Meclis-i Mebusan üyelerinden Ankara’ya gelemeyenlerin mebusluklarının düşüp düşmeyeceğiydi.
Kürsüye çıkan Sarıhan mebusu Refik Şevket Bey buna şiddetle itiraz etmişti.
“Efendiler. Biz İstanbul’a giden mebusları seçen müvekkillerin vekilleriyiz. O müvekkiller hem onlara hem bize itimat bahşetmiştir. Biz onları azletmeye kalkarsak kendi müvekkillerimizi azletmiş oluruz. Buna hakkımız yoktur.”
Meclis, cephelerde savaşın sürdüğü 20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu kabul etmişti.
Kanun, bugün yeniden “bölücülük” olarak adlandırılan adem-i merkeziyetçilik üzerine oturuyor, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işleri halk tarafından seçilecek vilayet meclislerine bırakılıyordu.
Nisan 1921’de Yunan güçleri Afyon Aslıhanlar ve Dumlupınar’daki muharebeleri kazanmış, morallenen Yunan ordusu Anadolu’ya takviye kuvvetler göndermeye başlamıştı.
Polatlı’dan Yunan topçusunun sesleri duyulduğu zamanlardı.
Meclis’in gündeminde ise Erzurum’da Albayrak Gazetesi’nin sahibi Mithat Bey’in bir yazısı yüzünden, kanuna aykırı biçimde asker tarafından gözaltına alınması ve işkence görmesi vardı.
1913’de İttihatçıların kurduğu Albayrak Gazetesi, Rus işgali sırasında kapanmış, işgal bitince 1918’de yeniden yayına başlamış, Erzurum Müdafaayı Hukuk Cemiyeti’nin ve Doğu’daki direnişin sesi olmuştu.
Gazetenin kurucularından Teşkilat-ı Mahsusa’cı Süleyman Necati Bey Erzurum mebusu olarak Ankara gelmiş, gazeteyi 36 yaşındaki kardeşi Mithat Bey çıkarmaya devam etmiş, bu arada o sırada İttihatçıların Sovyetlerle taktiksel ittifakıyla gazete Bolşevik fikirlere yakınlaşmış, gazetenin idarecilerinden Cevat Bey, Eylül 1920’de Bakü’deki Doğu Halkları Kongresi’ne katılıp, Mustafa Suphi’nin Türkiye Komünist Fırkası ile birlikte hareket etmişti.
Mithat Bey, makalesinde “Vatanı idrak edemeyen memurlar”dan bahsetmiş, askerler de memur denerek, bu orduya orduya hakarete sokularak, hakkında kanuna aykırı olarak Kars Divan-i Harbi-‘den tutuklama kararı çıkartılmıştı. Kararın arkasındaki Kazım Karabekir Paşa’nın ve tutuklamayı yapan Erzurum Mevki Kumandanı Emin Bey’in esas gizli tutuklama gerekçesi ise “halkı orduya karşı kışkırtarak Bolşevik ihtilali hazırlığı yapmak”tı. Yazıda zümrelere dayanan yönetim, toplum, birey analizleri Bolşevikliğe yorulmuştu.
Bu haksız tutuklamayı hükümete gensoru vererek Meclis gündemine muhafazakar eğilimli Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey (Ulaş) taşıdı.
“Böyle bir gensoru ne oluyor, cephelerde kan ağlıyor” diye ona tepki gösteren Tunalı Hilmi Bey’e şöyle cevap vermişti:
“Gensoru vazife oluyor, vatanseverlik oluyor. Cepheleri tutacak kanundur, adalettir.”
Ağır şartlara rağmen tutuklanan bir gazeteci için Meclis’te gensorunun görüşülmesi kabul edildi.
Gizli oturum açıldı. Makale, Meclis Başkanı tarafından okundu.
Kürsüye gelen Adalet Bakanı Hafız Mehmet Bey ve Milli Savunma Vekili Fevzi Paşa, tutuklamaya gerekçe olarak Mithat Bey’in Bolşevik olmasını gösterdiler, halkı orduya karşı kışkırtıp, isyan başlatmak istediğini iddia ettiler.
Bu savunmalar üzerine mebuslar itiraz için kürsüye çıktı:
“Hüseyin Avni Bey (Erzurum): Gazeteciliğin vazifesi budur. Şayet bunda kanuna aykırı sözler varsa Basın ve Yayın Kanunu vardır, adliyeye sevk ederler. Ben kendi kanaatime göre bütün gazetelerin serbest yazmalarını kabul ederim. Bence serbest yazılan yazılardan kıymetli yazı yoktur.
Vehbi Efendi (Konya): Bu okunan gazete hükümet memurlarını tenkit etmiş. Bunda hükümetin alacağı iki vaziyet vardır. Eğer bu tenkit doğruysa kendi hatalarını düzelterek o adama teşekküre borçlu olmaktır. Eğer hükümet haklı ise bir adama bu kadar kimsenin dava etmeye hakkı yoktur...Bir vakitler bu zavallı millet üzerinde irtica kelimesini kullandık. İyi yapana mürteci dedik, kötü yapana mürteci dedik. Şimdi de Bolşeviklik kelimesi hüküm sürüyor... Bu adam makalesinde, toplumların menfaatleri dertlerin menfaatlerine göre değişiyor diyor. Toplum millettir. Fertler, sensin, benim, işte budur.
Abdülkadir Kemali Bey (Kastamonu): İsmini yeni işittiğim Mithat Bey’in yazdığı makale ilmi ve sosyolojik bir makaledir. Hükümete hatırlatmak isterim ki Alfiyeri’nin İstibdat adında bir eseri vardır. Memleketimizde pek çoklarının elinde okunmaktadır. Bu kitaba göre, milletleri isyana teşvik ruhlardır. Bunun ve diğer bir eserinin hemen toplattırılması lazım gelir... Bir insan düşünmek hakkında ve düşündüğünü söylemek, yazmak hakkında sahiptir...Düşündüğünü yazmak yasak değildir. Bunun aksine olan hareketler iyi netice vermez...Asker, asker olmalı memleketin asayişiyle uğraşmayı kesmelidir.”
Ağustos 1921’de artık Eskişehir ve Kütahya savaşları kaybedilmiş, Yunan ordusu Eskişehir’i almış, Ankara’ya doğru ilerlemektedir. Meclis’in güvenlik için Kayseri’ye taşınması kararlaştırılmış, bazı büyük eşyalar taşınmaya başlanmıştır. Taktik için Sakarya’ya doğru çekilen ordu yeni bir saldırıya hazırlanmaktadır.
Bunun için Meclis’in elindeki yetkileri üç aylığına Mustafa Kemal Paşa’ya devredeceği Başkumandanlık teklifi Meclis’in önüne gelir. Ama durum acil olmasına rağmen tartışmalar iki gün boyunca sürer. Bunun diktatörlüğe kapı açacağından endişe edenler, sınırların net bir biçimde belirlenmesini isteyenler, adına Başkumandanlık vekilliği denmesini savunanlar olur. Tartışmalar üzerine Mustafa Kemal kürsüye çıkıp Meclis’in endişelerini yatıştırmaya çalışır:
“Meclis’i Aliyi, tereddüde sevk eden nokta, hukuku teşriye (yasama) ve icraiyesini (yürütme) bir zata tevdi etmiş olmaktan doğacak mahzurlardır. Meclisin bu noktayı büyük bir hassasiyet ve ciddiyetle nazarı dikkate almasından ben şahsen fevkalade memnunum... Herhangi birimize böyle bir salahiyet verirsek, o zat bu salahiyetine istinaden azay-i kiramdan herhangi biri hakkında keyfi, örfi muamele yapabilir mi? Bittabi bu da varidi hatır olamaz. Fakat bunu da engelleyecek kaydü şartı nazarı itibara almak lazımdır.”
1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının ardından, Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya dönüşünde büyük bir merasimle karşılanır. Böyle bir tören yapılmasına kızıp, Meclis salonundaki kara tahtaya “Bir millet, putunu kendi yapar, kendi tapar” diye yazan Lazistan mebusu Ziya Hurşid Bey de otoriterleşme eğilimleri konusunda hassastır:
“Bu, nerede görülmüştür? Başkumandan namına ne demektir? Ankara'da bir imparatorluk mu tesis edeceğiz? Katiyyen reddederiz. Başkumandan kimseyi temsil edemez.”
6 Mart 1922 Meclis’te artık Başkomutan olan Mustafa Kemal Paşa’nın süren savaş için yeni talepleri görüşülmektedir.
Fakat taleplerin görüşülmeden, hızlıca Meclis’ten geçirilmeye çalışılması mebusların tepkisini çekmiştir. Mersin Mebusu Selahattin (Köseoğlu) Bey kürsüye çıkarak şöyle der:
“Yüksek meclis görüşme ve tartışma makamıdır, onay makamı değildir. Buradan millete emir olunmaz. Millet, buradan isteklerini beyan eder. Böyle şeyler görüşme yapılmaksızın geçerse, o zaman meclis yok demektir. Meclisin şahsına hürmet edilmelidir.”
Henüz Cumhuriyet ilan edilmemiştir. Ocak 1923’de Meclis’in gündeminde Hürriyet-i Şahsiye Kanunu vardır. Kanunla amaç
insanların haksız ve keyfi yere tutuklanmalarını engellemektir, bunu yapan memurlara ceza vermektir.
12 Şubat 1923 günü kabul edilen Hürriyet-i Şahsiye Kanunu’nu hazırlayan Kastamonu mebusu Abdülkadir Kemali Bey, kanunun gerekçesini şöyle açıklamıştı:
“Saldırıların def'i için sınırlarda parlayan süngülerin, yurt içindeki fertlerin hukukunun korunacağının da güvencesi olduğu fiilen isbat edilmelidir ki, ailesini, çocuklarını yetim ve umutsuz bırakarak, mal ve mülkten, tatlı candan geçerek ölen millet bireylerinin kanları ve canları heder ve heba olmasın!"
Kanun görüşmeleri sırasında söz alan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey şöyle demişti:
“Bendeniz zannediyorum ki; mademki hâkimiyet-i milliye vardır diyoruz ve bu esas üzerine yürüyoruz, hâkimiyet-i milliyenin esası kişi hâkimiyeti, kişi dokunulmazlığıdır. Bunu sağlayacak şu kanun buradan çıkmadıkça bendenizce diğer kanunların hiçbirinin değeri yoktur çünkü hepsinin temelini bu kanun oluşturur. Bir halk hakkını muhafaza edeceğini bilmezse ve saldırganların saldırısına karşı kendini savunacak bir kuvvet ve kudret görmezse, yani o halk, hürriyet ve serbestisine sahip olmazsa, mutlaka müstebitlerin, mütegallibenin esiri olacaktır. Efendiler; biz halka benliğini vermeliyiz, halk hür olduğunu bilmeli ki kendi vicdanı doğrultusunda iş görsün. Hâkimiyet-i milliye tecellisini göstermek için önce halkın hürriyetini sağlamak gerekir.”
Sinop mebusu Hakkı Hami Bey ise şöyle:
“Efendiler, bence, kişi hukukuna vuku bulacak saldırının ortadan kaldırılması için alınacak önlemler, bir dış düşman için alınacak önlemlerden daha önemlidir. Bir dış düşmanın saldırısını yok etmek için halkı silahlandırmak, onun üzerine yöneltmek ve ona karşı halkı yürütmek kolaydır. Fakat bir vatandaşın kişisel hukukuna, mevkiinin verdiği kudretle saldıracak bir kişinin saldırısını halka anlatmak ve bu saldırının önüne geçmek için yapılacak cezanın uygulanamaması belki ülkeyi yıllarca, yüzyıllarca haraplığa sürükler.”
Savaş şartlarında isyan ve asker kaçaklarına karşı kurulan İstiklal Mahkemeleri ile ilgili kanun görüşülürken Dersim Mebusu Feridun Fikri Bey söz aldı ve şu şerhi düştü:
“Bu kanun istisnaidir. Bunu ne kadar az kullanırsak memleketin ihtiyaç olduğu hukuku o derece sağlamış oluruz. Ben gencim, istikbal önümüzdedir, daha fazla düşünmeye, vicdanıma danışmaya mecburum. İleride bu sözleri benden sorarlar.”
Tüm bu konuşmalar, ülkenin bekasının gerçekten tehlikede olduğu günlerde, İstiklal Harbi veren bir Meclis’te yapıldı.
Bugün bakınca ne gerek vardı bu kadar konuşmaya denecek konularda bile kıran kıran tartışmalar yaşandı, bakanlar, başbakanlar azledildi, Mustafa Kemal Paşa’nın cephelerden çok vakti, Meclis’te mebuslara hesap vererek geçti.
En zor günlerde bile Meclis, yetkilerinin kısıtlanmasına, tartışmaların kesilmek istenmesine direndi.
Hikayenin sonu çok parlak değil.
1923’de yapılan seçimde Birinci Meclis’in bütün muhalif sesleri tasfiye edildi. Öncesinde Ali Şükrü Bey bir cinayete kurban gitti. Hüseyin Avni Bey, Feridun Fikri Bey, Abdülkadir Kemali Bey 1926 yılındaki tasfiyede İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandılar. Ziya Hurşid, Atatürk’e suikast girişimi davasında suçlu bulunarak idam edildi.
Yıllarca Türkiye’deki muhafazakarlar Birinci Meclis’teki muhalif İkinci Grup’la gurur duydular. Ali Şükrü Bey cinayeti üzerine kitaplar yazıldı, Trabzon’a giden siyasetçiler mezarını ziyaret etti. Hüseyin Avni Ulaş, hayırla yad edildi, siyasi tasfiyeler, İstiklal Mahkemeleri haklı olarak eleştirildi.
Peki, 100 yıl sonra Meclis nereye geldi?
Bugün Meclis’te bu tartışmalar yapılabilir mi?
“Bekamız tehlikede” dendiği günlerde uzun uzun muhalif bir gazetecinin tutuklanmasının yanlışlığı konuşulabilir mi?
Hükümetlerin her icraatına böyle hesap sorulabilir mi?
Ali Şükrü Beyler, Hüseyin Avni Beyler, Abdülkadir Kemali Beyler, Feridun Fikri Beyler bugün yaşasalar nerede olurlardı, seslerini bu kadar çıkarabilirler miydi, başlarına neler gelirdi, hangi suçlamaları işitirlerdi?
İşte bu soruların cevapları, 100 yıl sonra demokrasimizin, Meclisimizin geldiği yeri de gösteriyor.
Darbelerle iki kez kapatılmış, bir kez bombalanmış ama her zaman siyasetin merkezi olmuş TBMM, 100’üncü yıldönümünü, 2017’de yetkileri budanmış, sesi kısılmış halde, tarihinin en güçsüz Meclis’i olarak kutluyor.
Bir asırlık bu miras, çok daha iyisini hak ediyordu.
Yine de kutlu olsun!