Bir şiir-adam Alaeddin Özdenören
Bugün, Alaeddin Abi düştü gönlüme. Şiir gibi bir adam. Düzelteyim cümlemi. Bir şiir adam.
Alaeddin Özdenören.
Mavera yıllarından beri tanırım Alaeddin Abi’yi. (İsminin Alaeddin şeklinde yazılmasını tercih ederdi.)
“Ve sen nereme baksan
Oramda bir kalp çarpıyor.”
Ne güzel bir şiir değil mi?
“Baktıkça gözlerine derinden
Üstüme başıma güller dökülür.”
Güzel bir oğlu vardı Alaeddin Abi’nin.
Kerem.
Öldü. 8 yaşındaydı öldüğünde.
Bunun için mi? Alaeddin Abi’ye baktığımda daima bir çocuk yüzü görürüm ben?
Azıcık yaramaz.
Tertemiz bir pınar suyu gibi dupduru.
Sanki Keremcik, bütün saflığıyla, bütün temizliğiyle Alaeddin Abi’nin içinde durup durur.
Halbuki, Özdenören’in mizacında, şiirinde, Kerem’den önce de çocuk vardı.
“Ah bebem/Rüzgar saçlı bebem”
Onundu.
“Çocuk uykusunda gülüyor/Yılların acı çığlığından habersiz”
Onundu.
***
Sanki, Kerem’in ölümünden sonra, öteki çocuk gitti, Kerem kaldı.
Bir dağın yıkılışı gibi, yıkılır baba, oğlu ölünce.
Şiirin diline aşina olan, şiirin ateşini hissedebilir. İşte, Keremciğin kabri:
“Sarar kollarım yerleri
Ay taşırır geceleri
Senin yokluğundan beri
Yığar içime içime.” (Gök duvarları’ndan)
Veya ‘Kerem’e Ağıt.’
“Yel eser ağu oğlum
Önümde duran ova
Bir kan çanağı oğlum
Gökyüzü boydan boya
Hüzün ırmağı oğlum.”
İzah istemez. Şiir söyledi söyleyeceğini.
Felsefe okumuş Alaeddin Abi.
Felsefe çetin iştir. Biraz katı durur şiirin yanında.
Benim, Alaeddin Abi’nin hayatından anladığım, felsefeyle baş etmiş Alaeddin Abi. Nasıl diyeyim? Felsefenin, hayatına ve şiirine abanmasına fırsat vermemiş.
Elbette denemelerinde felsefi donanımının yansıması var.
Felsefe kötü bir şey değil. Ama şairsen ve felsefe şiirine ‘fazla bulaşırsa şiirin lezzetini değiştirir. (Nezaketimden ‘bozar’ demedim.)
Yine bir şiire sahip olursun. Fakat bu şiir, Alaeddin Özdenören’in şiiri gibi olmaz.
Alaeddin Abi şiir yazmasaydı bile, hayatında şiiriyet olurdu.
Zaten çok yazmadı.
Hayatından, şiir olarak ne taştıysa, o kadar yazdı.
Rahmetli Ramazan Dikmen, birlikte yaptığımız bir röportajın sunuşunda Alaeddin Abi için ‘rind’ tabirini kullanmıştı.
Doğrudur. Öyle bir tarafı da vardı.
Bir iki hatıra anlatayım, hüznümüz dağılsın.
***
Bir gün Üstad Necip Fazıl, o sıralar İstanbul’a yeni gelmiş olan Alaeddin Abi’yi dondurma almaya gönderiyor.
Tembihliyor da: Roma dondurması al.
Alaeddin Abi Cağaloğlu’nda Roma dondurması ararken, bir tabelada ‘Maraş dondurması’ yazısını görüyor. Gidip Maraş dondurması alıyor. Üstad’a sunuyor.
“Bu ne?” diyor Üstad.
“Maraş dondurması.”
Üstad öfkeleniyor.
“Ben sana Roma dondurması demedim mi?”
“Maraş dondurması Roma dondurmasına beş basar efendim.”
Üstad, bu arada Maraş dondurmasını tadıyor. Beğeniyor da...
Şu cümlesine bakın:
“Filvaki bu da iyiymiş ama, büyük kampana çaldığı zaman emre riayet edip etmeyeceğini nerden bileceğim?”
(Bu anekdotu düzgün yazmak için Rasim Abi’yi aradım. Sitemimi de aldım. Gereğini yerine getiririm inşallah.)
Şunu da Alaeddin Abi anlattı:
“Sezai Bey’le (Karakoç) Galata Köprüsü’nün üzerinde yürüyoruz. 60’lı yıllardayız. O sıralar milliyetçilik var, mefkurecilik var, ‘milliyetçi-mukaddesatçılık bile var.
Ben yarım adım gerisinden yürüyorum. Sezai Bey durdu. Bana bakarak dedi ki:
“Pürman İslamcı olmak lazım.”
Bu, muhtemelen, bizim işiteceğimiz şeklinde kullanılmış ilk ‘İslamcı’ kelimesidir.
Alaeddin Abi, Nuri Bey’in (Pakdil) pagan tezahürlere karşı ‘duruş’unu resmeden güzel bir hatıra da nakletmişti. Bir ‘temizlenme’ öyküsüydü bu. Nuri Pakdil’e özgü bir ‘esas duruş’tu. Müsaade ederseniz ayrıntıya girmeyeyim.
Bir başka hatıra.
Bir sabah Alaeddin Abi Dikmen’deki evinden çıkıyor. Ana caddeye doğru yürümeye başlıyor. Epey yürüdükten sonra, cebinden sigarasını çıkarıyor. Hava rüzgarlı.
Çakmak sönmesin diye rüzgara arkasını dönüyor. Sigarasını yakıyor. Tekrar geri dönmeyi unutuyor. Sigarayı yaktığı istikamette yürümeye devam ediyor.
Bir süre sonra, kendisini, az önce çıktığı evinin kapısında buluyor.
İşte şiir.
Yazmasan bile şiir.
Allah Alaeddin Abi’ye Rahmet etsin.