Şairin şiiriyle secde etmesi
Kur’an-ı Kerim’de, Şuara Suresi’nde Müslüman bir şairin peşini ömür boyu bırakmayacak ayetler vardır.
Önce ürkütücü. Sert.
İşitince kalemi kağıdı elinizden bırakırsınız.
“Ve şairler... Onlara azgınlar tabi olur.”
“Görmez misin? Her vadide şaşkın şaşkın dolaşıyorlar.”
“Ve yapmadıkları şeyleri söylüyorlar.”
Bu Ayet-i Kerimeler Şuara Suresi’nde müşriklerin Peygamberimiz hakkında söyledikleri, ‘O cinlerle konuşuyor’, ‘okuduğu şeyleri O’na cinler, şeytanlar öğretiyor’, ‘O şairdir’ şeklindeki ithamlara mukabil, Peygamberimiz’i teyit eden ayetlerin devamındadır.
“Şeytanların kime indiğini sana haber vereyim mi?”
“Nerede iftiracı günahkarlar varsa... onlara inerler.”
“Şeytana kulak verenlere... Ve çoğu yalancıdır.”
‘Şuara’yı bu kasvet halinden ferahlığa çıkaracak ‘istisna’lar surenin sonundadır.
“İman edenler, salih amel işleyenler, Allah’ı çok zikredenler, zulme uğradıktan sonra kendilerini savunanlar müstesna...”
Fuzuli’nin Türkçe Divan’ındaki, sözünü ettiğim kasvet hali ile ardından gelen ferahlığı ifade eden cümleyi atlamayalım. Çok hoş. Mealen ve kısaltarak aktarayım:
“Şiir denizinin umut gemisi ‘Onlara ancak azgınlar tabi olur’ ayetinin boğucu dalgaları arasında umutsuzluk girdabına batarken ‘İman edenler müstesna’ zincirini salıp İslam şairlerini kurtuluş sahiline çıkaran Allah’a hamd ü senalar olsun.”
‘İstisna’ ferahlatıyor. Fakat bu ayetlerin huzurunda çalakalem şiir yazamazsın.
Büyük bir sorumluluk var.
Kur’an-ı Kerim, Araplarda şiirin zirvede olduğu bir devirde nazil olması, Kur’an’ın ‘mucize’ oluşunun alametlerinden biridir.
Şiir değildir Kur’an.
Şiiri aciz bırakan bir ilahi ‘Kelam’dır.
Müslüman şair o mucizevi Kelam’ın gölgesine sığınır.
Şiir onun gölgesinde anlam kazanır.
Maharetini gösterebildiğin kadar göster. En güzeli o ‘Kelam’dır. Yaptığın bir anlamda o Kelam’ı yüceltmektir.
Bu yüzden şaire en çok yakışan, O’nun huzurunda aczini itiraf etmektir.
Böyle yaptılar.
Divanların en güzel sayfalarını Şuara Suresi’ndeki işarete uyarak O’nu yüceltmeye, O’nu zikretmeye, O’na yakarmaya tahsis ettiler.
Bunu bütün şairlerimiz yapmıştır.
Ben bir tanesini, birkaç mısrayla zikredeyim. Üstad Sezai Karakoç’un mısraları:
“Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın sen bellisin.”
Sadece şeklen secde etmezsin.
Her halinle secde edebilirsin.
Şairin şiiriyle secde etmesi herhalde Sezai Karakoç’un yaptığı gibidir.
Bir de Efendimiz, Peygamberimiz.
Kelam-ı Kadim’i bize eriştiren, bizi ondan haberdar eden Peygamberimiz’dir.
Allah’ın bağışlamasına sığınırsınız.
Peygamberimiz’in şefkatine de sığınırsınız.
Ka’b Bin Züheyr öyle yaptı.
Suçluydu. Bir şairin yapabileceği en kötü şeyi yapmıştı. Peygamberimiz’e dil uzatmıştı.
Nereye gidecekti?
Gitti Peygamberimiz’in şefkatine, merhametine, adaletine iltica etti.
“O’ndan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim
Çünkü o sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin
O affedenlerin en affedicisi
İçi hidayet öğütü en yüce gerçekler dolu Kur’an’ı
Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti.” (Çeviri: Sezai Karakoç. İslam’ın Şiir Anıtlarından)
Ka’b “Şüphe yok ki Peygamber, en keskin bir kılıçtır, kılıçlarından Allah’ın/Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi”
mısralarını okuduğunda, Peygamberimiz, hırkasını çıkardı, Ka’b Bin Züheyr’e armağan etti.
Bir şairin şu fani dünyada mazhar olabileceği daha güzel bir nimet tasavvur edilebilir mi?
Demek ki durum o kadar kötü değil.
Demek ki, ‘İnşirah’ var. “Zorlukla beraber bir kolaylık var.”
Şiiri konuşurken, şiirin Kitab’a ilişkin tarafını ihmal edemezdim.
Yerim bitti. Allah izin verirse haftaya devam ederiz.