Sakın kendi kusurumuza bakmayalım!
Marksizm’dekine benzer bir determinizm, o kadar teferruatlı ve metodolojik tarif edilmemiş olmakla beraber, bizde de vardı.
Bilimsel olanını kastetmiyorum. İlkel-komün, kölelik, fedolalizm, kapitalizm, sosyalizm şeklinde sıralanan tarihi döngüyü kastediyorum.
İnsanlığın en sonunda kömünistlikte karar kılacağı, bu aşamada dünyadan kötülüğün kalkacağı düşüncesi, “Ahir zamanda İslam hakim olacak” düşüncesini biraz andırmıyor mu?
Bu döngünün doğru mu yanlış mı olduğunu tartışma ehliyetine sahip değilim. Ama, böyle bir düşüncenin bizim hayatımıza, bazen az, bazen çok etki ettiğini görebilecek durumdayım.
Peygamberimiz’den sonraki zaman, malum, ahir zaman.
Özellikle ‘ahir zaman’la ilgili rivayetlerde, kıyametten önce adaletin hakim olduğu bir devrin geleceğinden bahsediliyor.
Böyle rivayetler şuuraltımızda veya şuurüstümüzde yer etmiş olabilir.
O rivayetlerde bahsedilen zamana çok yakın mıyız acaba?
Şu anda Hicri 1439 senesindeyiz.
Bizim ilk gençlik yıllarımızda henüz 1400’e gelmemiştik.
Hicri 1400 tarihinin önemli olduğunu söyleyenlere rastlamışımdır.
Pek telaffuz edilmiyordu ama, o yıllarda kurulan ‘Ajans 1400’ün adına bile özel manalar yükleyenlerimiz vardı.
Hicri 1400 senesi geçince o mevzu kapandı.
Fakat, insanlık tarihinin, bizim düşündüğümüz tarafa doğru gideceğine dair ümitler bir varlığını korudu.
‘Coğrafya’ cazip bir kelime.
‘Direniş’ de öyle.
‘Devrim’ de öyle.
Eritre’nin ince, siyah, kıvırcık saçlı mücahitleri. Moro’nun uzun saçlı, mütebessim yüzlü savaşçıları... (Bunlar en çok rahmetli Salih Mirzabeyoğlu’nun şiirleriyle hafızamıza kazındı.)
Sonra, Afgan direnişi.
Sonra İran devrimi.
İşler iyiye mi gidiyor ne?
70’li senelerde, bizim kuşağın gözünde büyüyen ve 80’lere de kavuşan ‘umut’un nasıl bir şey olduğunu hatırlatmak için gittim taa oralara...
Hele bir de Sovyetler çöktü, Orta Asya’ya, Kafkaslar’a özgürlük yolu açıldı ki...
Zamanla ‘kazın ayağı’nın öyle olmadığını gördük.
Mesela, Afgan direnişine Amerika bulaştı.
Amerika bulaştığı için mi Afganistan şimdiki akıbetine düçar oldu, yoksa kendi parçalı yapısı, liderlerinin zaafları mı bu akıbeti kaçınılmaz kıldı, tartışılabilir.
Kimsenin tartışacağını zannetmiyorum. Biz böyle tartışmalardan acayip kaçıyoruz.
İran, bütünlüğünü muhafaza etti.
Fakat, ilk günlerde Müslümanlarda uyandırdığı hisler kalıcı olmadı.
Şu anda, kendi çıkarlarını iyi bilen, diplomasisi kuvvetli, ekonomisini eni konu ayakta tutan, özellikle dış politikasında mezhebi öncelikleri olan bir ulusal devlet izlenimi veriyor.
Orta Asya da, Sovyetler’den kurtulduktan sonra kendine göre bir yol tutturdu.
Onların, kendi dünyaları, kendi realiteleri var.
Eski siyasi statülerine göre, bu yolun bir derece müspet olduğu düşünülebilir. Hepsi o kadar.
Ya şiirlerimizdeki Afrika?
Şiirlerde güzel duruyor.
Gerçek hayatta üzücü.
Sadece Müslümanlar açısından değil, bütün insanlık açısından, herkesin kendisinden utanmasını gerektirecek büyük bir perişanlık.
Filistin’de, 60’lardan beri geriliyoruz. Filistinlileri tenzih ederek söylüyorum, hepimizin Filistin karnesi kötü.
Dünyanın başka yerlerinde de durumumuz parlak değil.
Mezhep savaşları, kabile savaşları, kirli işler, kirli ittifaklar, duyarsızlıklar, çeşit çeşit pespayelikler...
‘Biz aslında iyiyiz, başkaları bizi böyle yaptı’ demek, çok ilkel bir ucuzculuk olur.
Evet, başkaları bizi kendi halimize bırakmadı. Her durumda kurcaladılar.
Fakat, biz de dejenere olmaya yatkındık. Öyle bir kabiliyetimiz vardı.
İnsan tabiatı, kendisindeki kusuru, ancak diğer seçenekler tükendiği zaman görür.
Oysa, aldığımızı varsaydığımız terbiye... Yani öyle bir terbiye alsaydık iyi olurdu...
Evvela kendi kusurumuza bakmamızı gerektiriyor.
Başkalarındaki kusuru değiştiremeyebilirsin. Ama kendinde olanı değiştirebilirsin.
‘Bir topluluk kendinde olanı değiştirmeyince, Allah da o topluluğu değiştirmiyor.’
Böyle öğrenmedik mi?