Avrupa’nın alter egosu ve André Gide

Beşir Ayvazoğlu

Batı medeniyetinin alter egosu ırkçılıktır. Son zamanlarda Almanya ve Avusturya’da çirkin yüzünü yeniden gösteren, Hollanda’da ise saldırganlaşan bu egonun insanlığın geleceği için ne kadar büyük tehlike teşkil ettiği İkinci Dünya Savaşı sırasında bütün açıklığıyla görülmüştü.

Avrupa’nın büyük bir kısmını harabeye çeviren bu savaşın ardından ayağa kalkmak için insan gücüne ihtiyaç hissedildiği zaman yardıma çağrılan insanları şimdi aşağılanıyor ve kovulmak isteniyor. Savaş sırasında ülkesini terk eden birçok Avrupalının, özellikle Alman Yuhudilerinin 1940’larda Türkiye’de emniyetli bir ilticagâh bulduklarını unutuldu. Bugün de kıt imkânlarımızla üç milyondan fazla Suriyeli mülteciye kucak açtığımız görmezden geliniyor.

***

Hiç şüphesiz demokrasiye samimiyetle inanmış, hakşinas, ırkçılığa şiddetle karşı ve bütün insanlığa sevgi duyan saygıya değer Avrupalı aydınlar vardır; fakat Avrupa’ya hiçbir zaman onların iyi niyetleri ve sağduyuları bütünüyle hâkim olamadı. Geçen asrın başlarında bizi samimiyetle seven ve haklarımızı Avrupa kamuoyuna karşı ümitsizce savunan Pierre Loti bir Avrupalıydı, fakat André Gide de Avrupalı…

Mösyö Gide, Türkiye’ye 1914 yılında geldi, yani büyük bir bozguna uğradığımız Balkan Harbi’nden hemen sonra ve Birinci Dünya Savaşı’nın patlamak üzere olduğu günlerde... Halk yoksulluktan, gıdasızlıktan perişan, üstü başı dökülüyor. İstanbul bakımsızlıktan, yangınlardan ve ardı arkası gelmeyen göçler yüzünden harabe yığınına dönmüş. Hazret geliyor, bir yarı tanrı edasıyla tepeden bakarak her şeyden tiksiniyor. Kendisinden önce İstanbul’a gelen Théophile Gautier, Gerard de Nerval ve Pierre Loti gibi Fransız aydınlarının beğendikleri hiçbir şeyi beğenmemek kararıyla geldiği belli. Yani kötü niyetli... Journal’ine öylesine aşağılayıcı cümleler yazıyor ki, bizimkiler yıllarca tercüme edemediler, Bursa ve Yeşil Cami hakkında yazdıkları hariç...

***

Gide’in Journal’inde Türkiye izlenimlerini anlattığı notlar “La Marche Turque” başlığını taşır. Yahya Kemal, bu notları 1926 yılında, Paris’te okumuş. Abdülhak Şinasi’ye yazdığı bir mektupta, Gide’in yazdıklarının bizim aleyhimizde yazılanların en yılancası olduğunu söylüyor ve “zehirli husumet” diyor.

Gide’in zehirli olan sadece husumeti değil; aynı zamanda belki kendisinin bile farkında olmadığı ırkçılığı... “Halk çirkin” diyor. Bir ırk nasıl bütünüyle çirkin olabilir? Mösyö, kıyafetlerimizi de beğenmemiş ve buyurmuş ki: “Bu ırk bu çirkin kıyafetleri hak ediyor.” Beğenilebilecek eserlerin de bize ait olmadığını, ya bir İranlının yahut Arnavut’un imzasını taşıdığını söylüyor. O zaman kimse çıkıp da “Be birader, burası bir imparatorluk coğrafyasıydı, kimsenin ırkına mırkına bakılmazdı! Ayrıca senin safkan Fransız olduğun nereden belli?” dememiş! Ahmet Hamdi Tanpınar bile adama hayran, Beş Şehir’in Bursa bölümünde Yeşil Cami hakkındaki sözlerini naklettiği sayfalarda itirazını lâfı dolaştırarak korka korka ifade ediyor:

“Türbeden çıkınca Yeşil Cami’ye girdim. André Gide bu cami için ‘zekânın kemal hâlinde sıhhati’ der. Gide’i İstanbul’da gördüğü her şeye âdeta düşman gözüyle bakmaya sevkeden iyi niyetsizlik Bursa’da çok yumuşar. Bu haşin vaziyeti, bu düşmanlığı hiçbir zaman anlayamadım. Her şeyden vazgeçsek ve bütün güzellik bahislerini bir yana bıraksak bile, arasında bir misafir veya seyyah sıfatıyla dolaştığı insanların ıstırabına, bu ıstırabı ve bahsettiği sefaleti taşırken gösterdikleri sabır ve tahammüle, asil sükûnete dikkat etmiş olsaydı, yine sonsuz bir şiir haznesi bulurdu. Fakat belli ki Gide, kendi gözüyle rahatça bakmaktansa, Barrés’in veya Loti’nin beğendiği şeyleri beğenmemek için memleketimize gelmiştir; Balkan felâketinin o hazin arifesinde bu memlekette dikkat edilecek, sevilecek, acınacak ne kadar çok şey vardı! Büyük bir millet, gururunda, haklarında, tarihinde mağdur ve mustaripti. André Gide, böyle bir zamanda peyzajlarımızı fakir ve neşesiz, sanatımızı derme çatma, insanımızı çirkin buldu. Takma bir ‘insanüstü’ gözüyle etraftaki ıstıraba tiksine tiksine bakarak geçti.”

Orhan Pamuk, İstanbul isimli kitabında yer alan “Batılı Gözler Altında” başlıklı yazısında, Gide’in hakaretlerini Türk halkından sır gibi saklayan Batılılaşmış Türk aydınlarının üzülmüş olsalar da ona gizlice hak verdiklerini, Journal’in kitap olarak yayımlanışından bir yıl kadar sonra Atatürk’ün kılık kıyafet devrimi yaparak Batılı olmayan bütün kıyafetleri yasakladığını (yani Gide’in yazdıklarının bu devrimi meşrulaştırıcı bir rol oynadığını) iddia eder.

***

İki ciltten oluşan Journal’in Türkçede tam tercümesi yok. Fuat Pekin’in Günlük adıyla tek ciltlik tercümesi 1950’de, Necip Alsan’ın Günce’den Seçmeler’i 1961’de yayımlanmış. Bu tercümelerde “La Marche Turque” bölümündeki aşağılayıcı cümleler yer almıyor. Gide, yukarıda naklettiklerim dışında, bir zamanlar egzotizme duyduğu aşkla birden fazla medeniyet ve kültür olduğuna inandığını belirttikten sonra, artık Batı medeniyetinin, daha doğrusu Batı’nın mirasçısı olduğu Yunan medeniyetinin yegâne medeniyet olduğu kanaatine vardığını da söylüyor. Adam, tarihin sonunu 1914’te ilan etmiş bile…

Gide, o kadar peşin hükümlüdür ki, bir gün dışarıdan gelen sıradan bir gürültü patırtı onda ayaklanma ve katliam vehmine yol açar. Çünkü bu ülkede, yani Türkiye’de bu tür şeylerle her zaman karşılaşılırmış; Ermeniler, Yunanlılar, Museviler ya da başka yabancılar katlediliyor olabilirmiş.

***

Biz Batı medeniyetine karşı peşin hükümlü değiliz; ama bundan sonra herhangi bir gürültü patırtı duyarsak, bileceğiz ki Batılılar, kendilerinden olmayan birilerini aşağılıyor, dövüyor, öldürüyorlar.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.