“Konuştun çok sus gayrı…”
Dünya Uyuşturucu ile Mücadele Federasyonu verilerine göre Türkiye'de madde bağımlısı sayısı 2025'te 15 milyona yaklaşmış. Uyuşturucu kullanım yaşı da 12’lere kadar düşmüş.
Açıkçası rakamlar alarm zillerinin acı acı çaldığını bize anlatıyor, anlatıyor da böylesi ağır bir tabloda biz ne konuşuyoruz?
Şu kişi gözaltına alındı, şu kişi tutuklandı. Bununla birlikte ‘şu kişinin’, ‘bu kişinin’ mesajları çarşaf çarşaf yayınlanıyor.
Bir anlamda buz dağının görünen kısmı ‘iştahla’ konuşulurken hatta konuşturulurken büyük resmin ne denli ciddi bir mesele haline geldiği üzerine pek konuşulmuyor ya da görmezden geliniyor.
Öyle ya… Buz dağının görünen kısmını konuşmak kolay…
Sormak isterim… Madde bağımlısı sayısının yaklaşık olarak 15 milyona yaklaşmış olması bir beka sorunu değildir de nedir?
Uyuşturucu kullanım yaşının 12’ye düştüğü belirtiliyor… Evlatlarımız bilginin, girişimciliğin, teknolojinin peşinde koşacakken niye gencecik yaşta böylesi zararlı maddelerin peşine düşüyor?
Şimdiye kadar çoktan böylesi önemli bir mesele için acil politikalar, çözümler üretilmesi gerekmez miydi? Ve bu meselenin başının çoktan ezilmesi gerekmez miydi?
Yıllardır yönetimde olanlara sormak isterim… Böylesi ciddi bir meselenin çözümlenmesi için ne beklenmiş?
Gelinen bu süreçte; yönetim sorunu yaşadığımız çoğu sorunun kök sebebi olarak söylenebilir.
Açıkçası yukarıda belirttiğim sorularla ilgili sağlıklı bir tartışma zeminin ortaya çıkması için öncelikle günlerdir konuşulan ‘şu kişinin mesajı, bu kişinin mesajından’ öteye gitmeyen magazin haberlerinden kurtulmamız gerekiyor.
Öte yandan böylesi üzücü bir tabloda hala eski moda tartışmalar yapılıyor.
Bu konu üzerinden muhafazakâr kesim şöyle, seküler kesim böyle diye eleştiriliyor.
Sosyal medyanın bu denli dominant olduğu bir dönemde kesimlerin eskisi kadar önemli olmadığı düşüncesindeyim.
Sosyal medya tüm kesimleri güçlü bir sel gibi sürüklüyor. Duygular derinden etkileniyor.
Duyguların derinden etkilendiği böylesi bir dönemde bireylerin özellikle gençlerin kendi merkezinde kalması zor olabilir. Yani oraya buraya yalpalama olasılığı daha da artabilir.
Ayrıca duyguların derinden etkilendiği böylesi bir dönemde bazı mecralarda haberin ‘iştahla’ verilmesi de düşündürücü.
Neredeyse ‘yakalayın ahlaksız var’ diye başlık atılacak.
Şunu özellikle belirtmek isterim: Bir suç var ise; elbette sorgulanır, araştırılır. Derdimiz suçun üstü kapatılsın değil elbet.
Derdimiz ‘toplumsal psikolojinin’ ne hale geldiğinin fark edilmesi.
Eline mikrofon alan ağzından çıkanı duymadan, neredeyse düşünmeden, konuşuyor, sadece konuşuyor.
Tıpkı milyonların izlediği gündüz kuşağı programlarında olduğu gibi... Bu programlarda hem hiçbir değer yokmuş gibi davranılıyor hem de olumsuzluklar iştahla anlatılıyor. Olumsuzluklar büyütülüyor.
Aile yok gibi, kök yok gibi…
Can yok gibi, biz yok gibi…
Ne varsa çiğ, olmamış, var olmamış gibi…
Bilinç hiç yokmuş gibi…
Bir anlamda kötülük normalleştiriliyor gibi. İyiyle kötü arasında mesafe gittikçe daralıyor. Hatta bu iki kavram birbirine eşitleniyor gibi.
Tüm bunlar olurken de yukarı katlardan bu vahim durum sanırım sadece izleniyor.
Ne diyelim?
Günlerdir gündüz kuşağı programlarındaymışız gibi bir oraya bir buraya savruluyoruz. Savrulurken de çözüm bekleyen asıl meseleler unutuluyor ya da unutturuluyor.
Madde bağımlılığını konuşan yok, asgari ücrete ses çıkaran yok, emeklileri duyan yok, hayat pahalılığının altında ezilenleri gören yok. Varsa yoksa magazin haberleri…
******
“Çileden geçmeden nasıl bileceksin?”
Kör olası dağlar ezdi geçti garip ‘can’ımı
Ey ay dokunma yarama halim virane
Ne ‘ben’ bilirsin ne gidersin boşlukta kaybolursun
Ey can öyle kolay mı gökyüzüne karşı zavallı olduğunu bilmek?
Çileden geçmeden nasıl bileceksin?
Sarıçiçeklere sarılmadan toprağa dokunmadan nasıl kıymet bileceksin?
Ey deli gönül çağlamadan nasıl durulacaksın?
Konuştun çok sus gayrı, susmadan nasıl fark edeceksin?
Sus, oynama artık! Bitir yalanı, yak ne varsa
Bitmeden nasıl dolacaksın?
Yele karşı nasıl direneceksin?
Ey can bulutlara çarpmadan nasıl ağıt yakacaksın?
Köklenmeden nasıl özgür olacaksın?
‘Ben, sen, o’ derken nasıl ‘biz’ olacaksın?
Nefes almadan nasıl âşık olacaksın?
Ey can âşık olmadan nasıl var olacaksın?
