“Zengin ülke, güçlü ordu"

Hasan Kösebalaban

ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon, 1957 yılında ülkesini ziyaret eden Japonya başbakanını Kongre’ye şu sözlerle takdim ediyordu:

“Saygıdeğer misafirimiz sadece hür dünyanın önemli liderlerinden biri değil, aynı zamanda Amerikan halkının sadık ve büyük bir dostudur.”

Yüzbinlerce Amerikalı askerin hayatını kaybettiği İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden çok zaman geçmemişti ve Kongre’ye hitap eden bu “sadık ve büyük dost” Japonya’nın savaş kabinesinin önde gelen mensuplarından Nobusuke Kishi’den başkası değildi.

Japon başbakan açısından da ilginç bir durum olmalıydı. Şehirlerini ağır bombardıman uçaklarıyla ve atom bombalarıyla imha eden, milyonlarca insanın ölümüne yolaçan ve kendi arkadaşlarını savaş suçlusu olarak yargılayıp, idam eden ülkeyi, şimdi müttefik ülke lideri sıfatıyla ziyaret ediyordu. Oysa ziyaretinden bir kaç yıl önce, cezaevinde savaş mahkemesi önüne çıkacağı günü bekliyordu.

Kishi’nin ziyaretinden tam 58 yıl sonra, bir başka Japon başbakan, Shinzo Abe, yine Amerikan Kongresi’ne hitap ediyordu: “1957’de dedem Nobusuke Kishi’nin bu kürsüden yaptığı konuşmaya başlarken sarfettiği cümleyi aynen tekrarlamama izin verin: ‘Demokratik ilkelere ve ideallere olan sarsılmaz inancımız, Japonya’nın özgür dünyayla sahip olduğu güç birliğinin temelidir.’”

Övgülü diplomatik ifadeler bir tarafa, Washington’un Kishi ve torunu Abe’ye ilgisinin asıl nedeni, onların Asya-Pasifik’te ABD merkezli ittifak sistemine, askeri katkı sunmaya hazır olmalarıydı.

“Zengin ülke, güçlü ordu” (fukoku kyohei) Japon modernleşme sürecini başlatan Meiji döneminin resmi sloganıydı. Ne var ki, ekonomik ve askeri gücün yolu, feodal düzenin yıkılıp, sanayileşme sürecinin tamamlanmasından geçiyordu. Bu ise hammadde yoksunu Japonya’yı, Asya kıtasındaki yerleşik Batı sömürgeciliğinden pay isteyen bir askeri tehdit olarak ortaya çıkması demekti. Sonuçta Japonya devasa bir askeri güce sahip olmayı başardı ama, yaşanan işgal ve savaşlar, hem Japon halkına, hem de bölge halklarına büyük acılar yaşattı.

Savaş sonrasında Amerikan işgal yönetimi, Japonya’nın yeniden askeri bir tehdit olarak ortaya çıkmasını engelleme hedefi doğrultusunda adımlar attı. Savaşı egemen bir hak olmaktan çıkaran ve savaş kapasitesine uygun askeri güç oluşumunu yasaklayan, meşhur 9. maddeyi içeren yeni bir anayasa hazırlandı.

Ne var ki, kısa zaman içinde Soğuk Savaş ortamına girilmesi Amerikalıları köklü bir stratejik değişikliğe zorladı. Artık Washington Asya’da güçlü bir müttefik Japonya görmek istiyordu. Ancak Amerikalıların militaristlerin yerine iktidara taşıdığı liberal liderler bu konuda aynı fikirde değildiler.

Başbakan Shigeru Yoshida, ülkenin yeniden silahlanmasının militarizmin dönüşü anlamına geleceğini ve ekonomik kalkınma hedefinden saptıracağını düşünüyordu.

Washington, Yoshida’nın direncini aşamayınca çareyi militaristleri tekrar iktidara taşımakta buldu. Kishi’nin 1948’de serbest bırakılarak siyasete katılması, Liberal ve Demokrat partileri birleştirerek Japon siyasetini yeniden dizayn etmesi ve 1957’de de başbakanlığa gelmesi, Amerikan müdahaleleri sayesinde gerçekleşti.

Ancak Kishi’nin görev süresi uzun sürmedi. 1960’da Amerikan-Japon güvenlik anlaşmasının yenilenmesine tepki olarak düzenlenen protesto gösterileri sonucunda, istifa etmek zorunda kaldı.

Soğuk Savaş boyunca bütün Japon hükümetleri, Yoshida’nın ekonomik kalkınma öncelikli anti-militarist çizgisine sadık kaldılar. Görevi ülke savunmasıyla sınırlı Japon Öz Savunma Kuvvetleri dışında, askeri normalleşme konusu bir tabu olarak görülmeye devam etti.

Ancak Soğuk Savaş’ın bitimiyle Japon siyasi elitinin düşünceleri de değişmeye başlayacaktı. Kuzey Kore’nin uzun menzilli füze ve nükleer denemeleri, Çin’in askeri ve ekonomik ağırlığının iyice hissedilmesi, ve Rusya ile barış anlaşmasının hala imzalanamamış olması Japon siyasi elitinin güvensizlik hislerini artıran faktörler oldu.

Ülkenin gölgede kalmış konumundan çıkıp, yeniden saygı uyandıran bir ekonomik ve askeri güç haline gelmesi gerektiği düşüncesi giderek bir tabu olmaktan çıkıp, LDP içerisinde hakim görüş haline geldi. Bu düşünce akımının en keskin temsilcilerinden Shinzo Abe’nin başbakanlık görevindeki ilk icraatlarından biri de ülkesinin savunma bütçesini rekor düzeyde artırmak olmuştu.

Ancak Abe, kapsamlı anayasa değişikliği için gerekli halk desteğini bir türlü bulamadı. Bunun yerine, 2014’de olduğu gibi, Japon kabinesi anayasayı nasıl yorumladığına açıklamalar yaparak, hukuki engellerin etrafını dolaşmayı tercih ediyor.

Abe, anayasa değişikliği konusundaki yarım kalmış misyonu yeni Başbakan Yoshihide Suga’ya devrediyor. Suga, Japon halkını ikna edebilirse, ülkenin ekonomik gücüne orantılı bir askeri güce sahip olması doğrultusunda harekete geçebilir. Bu ise, sadece Asya’da değil, dünya siyasetinde de yeni ittifak hatlarının şekillendireceği, yeni bir dönem demek.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.