Türkiye muhibbi bir entelektüeli kaybettik

Mevlana İdris

Hüsamettin Arslan 2 Ocak’ta 61yaşında Rahmet-i Rahman’a ilticâ etti.

Epistemik Cemaat isimli şık ve cesur tezini hepimizin gözü önünde ‘Medrese’de yazmıştı. O çayları içe içe, o sigaraları çeke çeke, o büyük yalnızlığına bata çıka.

Konuşması net ve ilgi çekici, savunduğu ve reddettiği alanlar berrak, seçtiği kelimeler muhkem ve zarif, cümleleri keskin ve muknî idi.

Bazan kendisini konuşmanın, -biz de onu dinlemenin- büyüsüne kaptırır, fakat onun birden bir efekt gibi savurduğu ve teori mi, espri mi olduğunu bir dakika sonra anlayacağımız kahkahalı bir teneffüscük ile yeniden gerçekliğin dünyasına döner, çaylarımızı tazeleyen garsonu fark ederdik.

Aynı mahallede, Sultanahmet’te oturduk yıllarca.

Kendisiyle aynı üniversiteden Feridun Yılmaz Hocamızın da katıldığı Sıfır Noktası isimli haftada bir yayınlanan bir sohbet programı yapmıştık TRT için. İlkini Alay Köşkü’nde yaptığımız programda insanın anlamından ve Ortadoğu’dan yola çıkmıştık. Ortadoğu için unutamadığım bir tanım vermişti Hüsamettin Hoca: “Nerede Kur’an-ı Kerim okunuyorsa orası Ortadoğudur.” Hoca’nın her birini bir yüksek lisans dersi gibi gördüğü bu programlar 39 hafta devam etti. Son kısımlarda Feridun Bey ayrılmış ve yeni konuğumuz Gültekin Yıldız Hoca olmuştu.

Hastalığını haber aldığımızda üç dostla birlikte Bursa’ya gittik. “Ölümden korkmuyorum, ölüm bir hakikat, hep böyle olmuş ve olmaya devam edecek,” dedikten sonra ekledi: “Fakat şu Anlam ve İktidar kitabını yazamadım…”

Hastalığının seyri ve tedavi biçimleri üzerine de konuştuğumuz o buluşmadan beş on gün sonra Hoca tedavi için İstanbul’a geldi. Ve işte mukadder son!

Bizim kuşaktan çok değerli dostlarla Divanyolu’ndaki kahvelerde tanıştık. Dostluğun, edebiyatın, cepteki son yirmi lirayı paylaşmanın, gece kahve kapanınca birimizin evine gidip tartışmayı orada sabaha kadar sürdürmenin çemberlerini çok çizdik. Hoca hep geniş daireler çizdi. Akademinin de, düşüncenin de kolayından göremeyeceğimiz dip akıntılarını gösterdi. Kendi imkânlarıyla kurduğu Paradigma yayınlarının ülkemiz düşünce hayatına neler kattığını ise elbette erbabı iyi bilir.

Türkiye’yi çok severdi. Tarihi de, Anadoluyu da iyi bilirdi. Şimdi o çok sevdiği ülkesinin bağrına girdi. Dün onu dostlarıyla birlikte Karacaahmet’ten Rahmet Yurdu’na uğurladık. Dünyadan bir Hüsamettin Hoca geçti. İyi bilirdik. Yüce Allah onu lütfuyla karşılasın.

Hocanın ardından

(Hoca ardında elbette çok sayıda hatıra bıraktı. Ama hocayı yakından tanıyan bir genç dostumuz sıcağı sıcağına bunları yazdı. Naklediyorum:

(…)

Onu lisede okurken, madem Ülkücülük peşindesin diyerek Tunceli Öğretmen Okuluna sürmüşler. Ne mobinglere maruz kaldığını tahmin etmek zor değil. Oradan bir hatırasını anlatmıştı. “Müzik öğretmeni sınıfa girdi ve sordu: İçinizde türkü seven var mı? diye. Birkaç kişi el kaldırdı. Bu sefer öğretmen hiç beklemediğimiz şekilde bağırarak şöyle dedi: Türkü dediğiniz şey müzik filan değildir, eşşek anırmasıdır eşşeek..! Müzik, batı müziğidir! vs.”

Bu acı hatırayı anlatırken gözleri büyümüştü. Zira, bu hikaye Türkiye’nin trajedisiydi... Üzerine ciltler dolusu yazılmış aydın yabancılaşmasının en kaba hali...

Belki de bu yüzden, türküleri çok severdi. Sürekli türkü dinlediğini de söylerdi. Çoğu zaman, türkü sözlerinden bir iki mısra ile konuşmasını renklendirir; anlatacağı konuya denk düşen bir türküden bahsederken heyecanlanır, öyle keyiflenirdi ki farkında bile olmaksızın yerinden kalkarak konuşurdu. Babasını çok anardı. Mesudiyeliydi. Çocukluğu köyde geçmişti. Babasının kağnıyla ormandan odun getirirken söylediği türkülerin sözlerini, onun söyleyişini, dertlenişini bir anlatırdı ki, adeta yaşardı o günleri, gözleri parlardı... Sonra İstanbul’a gelmişler, zorluklar içinde tutunmaya çalışan bir ailenin kafası büyük dünyalara açılan çocuğu olarak Hüsamettin Hocanın macerası başlamış.

Tarih mezunuydu. Bir keresinde, 1980 öncesinde öğretmen olarak Fatsa’ya tayin edildiğini anlatmıştı. Göreve başlamak için gitmiş. Milli eğitim müdürü ona demiş ki, seni burada öldürürler, benden söylemesi, kalma burada. Sahile gittim, çimenlerde uzandım, gök yüzüne baktım baktım... Sonra gidip müdüre istifa dilekçemi verdim ve aynı gün geri döndüm diye anlatmıştı. (Şimdi düşünüyorum da, o tayin asla tesadüf olamaz)

Allah rahmet eylesin. Gençliği zor zamanda geçen nesildendi. O günlerin muhasebesini yapar, asla nostalji olarak bakmazdı. Yaşananlara öfkeliydi. Birgün o günleri konuşurken bana 80 öncesi için demişti ki, “Bizi, hepimizi NATO’nun sivil kanadı olarak bile bile kullandılar bunlar...” Bu yüzden 28 Şubat’ta, 27 Nisan muhtırasında, Fetö meselesinde çok öfkelenmişti. Bu konularda birçok gazete yazısı, hatta kitap yazmıştı. Sağ sol gibi ayrımları çoktan aşmış, yerli ve otantik olan herşeye sanki aşık olmuştu. Anne ve babasının dualarına, Anadolu insanının temiz saf dindarlığına, türkülere aşıktı. (…)

(…)

Çoklarına güvendim ben. Çoğunu maziye gömdüm. Kime güvendimse tosbağa çıktı, tecrübeliyim ben.

Bana strateji gerekmez. Ne takdir, ne teşekkür. Serapa ciddiyetten yontulmuş bir vefayım ben.

Refaha karnım toktur ve konfora. Ne silah isterim ne makyaj. Sömürüye karşıyım. Ancak mecburiyet tahtında yapılır savaş.

Çağ nedir ki çağdaşlık ne olsun. Ne vakte kadar sürecek bu yağma, bu tekebbür. Oysa gün akşamlıdır. Bugün bana yarın sana.

Ben kanaat makamına çıkmışım yavrum. Hamasete bağlama.

İslâm’ın çekilmiş kılıcıyım. Emaneti kucaklamış gidiyorum; ezelden ebede. Yarı yolda düşersem eğer. Ne demiş şair: “Sana ağuşunu açmış duruyır Peygamber.” Mustafa Kutlu-Arkakapak yazıları-Dergâh Dergisi, Eylül 2016

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.