ÜSTÜN BOL
Belgeselci, yönetmen ve yazar kimliğiyle tanınan Koray Demir, son kitabı Devlet Aklı Kimin Aklı? ile okuru cesur bir sorgulama yolculuğuna çıkarıyor. Tarih anlatılarından dini referanslara, devlet aklının oluşumundan Filistin meselesine uzanan geniş bir çerçevede kalıpları kırmaya çalışan Demir, “Bazı soruların cevabı yoktur ama o sorular sayesinde yanlış anlatılardan kurtulmak mümkündür” diyor. Üstün Bol’un sorularıyla şekillenen bu söyleşide Demir, Maturidilik-Eş’arilik tartışmasından Herzl-Abdülhamid görüşmesine, İttihatçılardan İsrail’in kuruluş stratejisine kadar pek çok başlıkta keskin ve cesur tespitlerde bulunuyor.
Koray Demir ile son kitabı Devlet Aklı Kimin Aklı üzerine sanatça, tarihe ve düşünce dünyamız üzerine konuştuk.
Üstün Bol: Koray Demir ismi çok tanıdık gelmiyor bize, en azından bana. Öncelikle Koray Demir’i tanıyarak başlayalım isterseniz.
Koray Demir: 1974’te İzmit Gölcük’te doğdum, ancak aslen Sivaslıyım. Babam deniz kuvvetlerinde subaydı; bu nedenle çocukluk yıllarım Türkiye’nin çeşitli kıyı şehirlerinde geçti. Son 23 yıldır film yönetmeni olarak dünyanın farklı ülkelerinde reklam filmleri, dramalar ve belgeseller üzerine çalışıyorum.
Kitabınızda milli ve dini tarih anlatısının meraklı bir gözle yeniden yorumlanması dışında soru sormaya yönelik ciddi bir atıf ve yönlendirme de var. Soruların cevaplardan daha önemli olduğunu ilk ne zaman fark ettiniz? Ve bu fark ediş hayatınızı nasıl değiştirdi?
Güzel bir alan açtınız bana. Benim için sorular cevaplardan her zaman daha önemlidir. Çünkü cevapları bulmak kolay değildir. İnsanlık binlerce yıldır çeşitli soruların yanıtlarını arıyor ama çoğuna hâlâ ulaşabilmiş değil. İnsanlık tarihi kadar uzun bir arayış bu. Bu yüzden cevaplar bir hedef olabilir, ama sorular bir yöntemdir, bir eylemdir. Doğru soruları sormak hem mümkündür hem de elzemdir. Çünkü doğru sorular, bize anlatılanların yanlış olduğunu fark ettirebilir. Çünkü cevabı bilmeseniz de doğru soruları sorarak mevcut anlatının yanlış olduğunu anlayabilirsiniz. Bunu bilirseniz yanlış anlatıyla kendiniz arasına mesafe koyabilirsiniz. Bunun için doğruyu bilmeniz gerekmiyor. Hâlâ cevapları bilmiyor olsak da sorular sayesinde yanlış anlatıların dışına çıkabiliriz. Doğruya ulaşmanın ya da ona en yakın yere ulaşmanın en sağlam yolu budur: Önce yanlıştan arınmak. Bazı soruların cevabını tamamen, bazılarınınkini kısmen bulabiliriz; bazılarına ise asla ulaşamayabiliriz. Ama bu süreçte, yanlışlardan arınmak mümkün olur. Ve bu da bizi doğruya yaklaştırır. Tüm bu zihinsel ve ruhsal tekâmül ancak soru sorarak gerçekleşebilir. Soru sormaya cesaret etmeliyiz. Bu bir cesaret meselesi. Soru sorma cesareti, bana göre bir insanın geliştirmesi gereken en önemli becerilerden biridir. Bugün bilgi çok fazla, her yerde ve herkesin elinin altında. Ama böylesi bir çağda, salt bilgi değil, soru sorabilme yetisi değerlidir. Çünkü her gerçek soru, yeryüzündeki güç yapılarını ve onların dayandığı zemini sarsar. Bu yüzden doğru soruları sorarak da insan adalet arayışına çıkabilir. Doğru soruları sorarak da insan kendisiyle ilgili, kendini gerçekleştirmeyle ilgili mesafe alabilir. Gerçekte neyin olduğunu ya da neyin olmadığını anlayabilme yolculuğuna çıkmak için en önemli mesafeyi katedebilir. Bu sorgulama süreci benim hayatımda daha ilk gençlik yıllarımdan beri süregelen bir yolculuktur. Örneğin çok konuşulan şu soru: “Gerçek İslam nedir?” Cevabı henüz net olmayabilir, ama bu sorunun bizzat kendisi çok kıymetli. Çünkü bu soru sayesinde “gerçek İslam’ın ne olmadığını” fark edebiliriz. Bu ve benzeri soruları unutmadan yaşayabilmek cevaplardan daha önemlidir.
DİNİ, MİLLİ, TARİHİ HİKÂYELER…
Bugün yaşadığımız hem dini, hem milli, hem tarihi hikâyenin asıl problemi bu değil mi? Bize anlatılan şeyin mutlak doğruluğu üzerinden bir sorgusuzluk hali hâkim toplumda.
Evet, tam da öyle. Bugün yaşadığımız tarihsel, millî ve dinî anlatıların temel sorunu, bunların mutlak doğru olarak sunulması ve sorgusuzca kabul edilmesi. Meşhur sözle söylersek: “Tarihi galipler yazar.” Bu doğru. Ama mağlupların yazdığı tarihte bile bir “galip” vardır. Çünkü tarihçi de bir insandır ve dış etkilere tamamen açıktır. Dolayısıyla insan eliyle üretilen her metin gibi, tarih metinlerinin de birkaç kez tetkik edilmesi gerekir. Yani şu sorular hep masada olmalıdır: Bu metin hangi baskıların, hangi dönem streslerinin etkisinde yazıldı? Hangi isimler anıldı, hangilerinden özellikle bahsedilmedi? Hangi olaylar aktarıldı, hangileri sistematik biçimde yok sayıldı? Tüm bunlar, tarihçinin hangi etkilere maruz kaldığını anlamakla çözülebilir. Ne yazık ki bu tür bir sorgulama nadiren yapılıyor. Bu yüzden de bize aktarılan her şey, sorgulanamaz “bilgi” olarak kabul görüyor.
O zaman kitabınız için şunu söyleyebilir miyiz: Uzun süren bir ergenlikten sonra bu kitap yetişkinliğe geçiş çağrısıdır.
Evet, kesinlikle. Ben zaten yüzyıllar süren bu çocukluk ve ergenlik çağından sonra yetişkinliğe geçilmesi gerektiğini, bunun bir zaruret olduğunu düşünüyorum. Eğer yetişkinliğe geçiş sağlanamazsa, mevcut durum değişmez. Bu nedenle okuyucudan cesaret alıp çocuk kalmamasını, ergenlikten çıkmasını ve sorumluluğu eline alarak kendi kaderiyle ilgili bir şeyleri değiştirmesini bekliyorum. Bu kitap, bu anlamda bir yetişkinlik çağrısı ve aynı zamanda bir meydan okumadır.

DİLDE MATURİDİ, ESASTA EŞARİ
Devlet aklının oluşmasında dini bir altyapı da var. Maturidi Eşari ekollerini karşılaştırarak anlatıyorsunuz siz kitabınızda. Maturidi’nin akıl eksenli yaklaşımına karşı Eşari’nin hülyalı bakış açısının devlet erkinde hâkim olduğunu belirtiyorsunuz. Ve esasen bu topraklar Maturidi ekolüne bağlı olmasına rağmen Eşari ekolünün yaşayışta daha baskın ve daha kullanışlı olduğunu söylüyorsunuz. Eş'ariye karşı çıktığını söylüyor, onu doğru bulmadığını söylüyor, bir Maturidi olarak yaşadığını söylüyor ama Eş'arinin yöntemlerini kullanarak devam ediyor hayatın bütün alanlarına.
Bir toplumu manipüle etmenin en kullanışlı aracı dindir. Ancak bizim dinimizin güç odakları için zorlu bir tarafı vardır: O da keskin iki kapağın arasına alınmış bir sözler dizininin olması ve bunun tamamlanmış bir anlatı olduğunu ilan etmesi. Bu durum iktidarlar için, güç erkleri için sıkıntılıdır. Güç kullananlar yeterli hareket alanı bulamaz. Bu nedenle alternatif bir "göksel düzen" ihtiyacı ortaya çıkar.
Çüzüm ne? Tanrı ile iletişimin devam ettiği fikrinin kabulü. Yani sürekli devam eden bir ‘göksel bilgi’. Bu, sorgulanamaz bir bilgi sunmanın aracı haline gelir. Sınırlı bir din anlatısı güç kullanımını zorlaştırırken, devam eden göksel bilgi anlatısı bu sınırları aşmanı mümkün kılıyor. Sınırları olan İslam anlatısı, gücün sınırsız kullanımı konusunda, kimi kişilerin, ailelerin gücü kendilerine mündemiç kılması konusunda, tekel oluşumu, makam mevki dağıtımı, mülkün sahiplenilmesi ve paylaşımı gibi konularda sürekli olarak engel çıkartmaktadır. Hâlbuki göksel bilgi devam etse güç erkleri için çok ciddi bir hareket alanı açılmış oluyor. Burada Maturidi ekolü ciddi bir sorun haline geliyor çünkü Maturidilik, kazanılmamış (vehbi) bilgiyi bilgi olarak kabul etmez. Akıl, ilhamla geleni, sınanamayanı reddeder. Bakın bu çok önemli bir konudur. Hayat ve ölüm kadar keskin bir ayrımın tetiklenmesine yol açar. Bu akıl, göksel iletişimin devamlılığını kabul etmez. Göksel iletişim kesinlikle tamamlanmıştır. Bundan sonrası akletmeyle, insan çabasıyla devam etmek zorundadır. Bir kere göksel iletişimi kapattığınız andan itibaren bugünkü İslam dünyasındaki pek çok kurumun temeline dinamit yerleştirmiş gibi olursunuz. Göksel iletişimin sona erdiğini kabul ettiğiniz andan itibaren, akli melekelerinizi devreye sokarak çok çalışmanız gerekir. Sorgulayan, dinamik bir toplum yapısı ortaya çıkar. Bu dinamik toplum yapısı neden senin başta durduğunu, orada ne kadar duracağın ile ilgili soruları da peşi sıra getirir. Bütün bunlardan kurtulmak adına, kontrollü bir toplum yapısı kurmak adına bilinçli bir tercih olarak Maturidi ekolünün aslında iktidarsızlaştırıldığını düşünüyorum. Toplum az soru soran, çok takip eden bir yapıya yönlendirilmiştir. Bu tercih istikrarla sürdürülmüştür. Matbaa meselesi ve tipografik insanın doğuşuyla birlikte bu süreci detaylandırıyor ve okuyucuya zihinsel bir challenge sunuyorum.
İFRAT VE TEFRİT ARASINDA BİR TARİH
Abdülhamit'e ve onun istibdat yönetimine geçelim isterseniz. Pek çok Osmanlı aydını zaten istibdat yönetiminden şikâyetçi. En başta da Mehmet Akif. Abdülhamit’e karşı çok ağır ifadeleri de var Mehmet Akif'in. Ama devamında İttihat Terakki yönetimi daha bir yılını doldurmadan ‘hani özgürlük gelecekti’ diyecek kadar da mert bir adam. Abdülhamit'le ilgili ben hep şey düşünürüm. Evet, istibdat yönetimi kurmuştur, büyük bir hafiye teşkilatı kurmuştur ve baskı uygulamıştır. Ama onun ruh halini ihmal ediyor olabilir miyiz? Şimdi, amcası intihar etti denilerek katledilmiş bir adam. Kuzeni delirtilerek saltanattan indirilmiş bir adam. Kulağından tutulmuş tahta oturtulmuş başına ne gelebileceği gösterilmiş bir sultan. Korku içinde yaşayan, paranoyaya dönen endişeleri olan ve belki de haklı sebeplerle kimseye güvenemeyen bir padişah.
Bir başka zor konuya girdiniz. Bir toplumun kaderinin bir adamın ruh haline bırakılması, başlı başına bir trajedidir. İslam dünyası yüzyıllar boyunca kaderini birkaç kişinin zihinsel durumuna emanet etmiştir. Bu çok ciddi bir problemdir. Sultan Abdülhamid’i eğrisiyle, doğrusuyla, yaptıkları ve yapamadıklarıyla, ama her şeyden önce duygusal bir pozisyondan uzak durarak değerlendirmek gerekir. Ben kitapta Filistin meselesi üzerinden kendisine en ağır yükü yüklüyorum. Ve bugüne kadar sorulmamış bazı temel sorular soruyorum. Okuyucuyu da bu sorularla düşünmeye davet ediyorum. Theodor Herzl isimli az bilinen Yahudi bir gazetecinin ‘Yahudi Devleti’ isimli kitabı baskıya verildiğinde tarih Şubat 1896’ydı. Bu tarih şu açıdan çok önemli, bir kaç ay sonra Osmanlı İmparatoru ile görüşme yapabilecek hale gelen bu insan bir sır değildi. Herkesin gözü önünde cereyan ediyordu olaylar. Kimse gizli kapaklı toplantılarda bu işleri kurgulamıyordu. Avrupa’daki tüm eserleri takip eden, kendine özel çeviriler yaptıran, jurnal sistemiyle devasa bir gizli polis teşkilatına sahip olan İslâm Dünyasının Halifesi, Osmanlı İmparatoru Abdülhamit’ten randevu talep eden bu gazeteci ve yaptıkları bilinmiyor değildi. Ne isteyeceği de belliydi! Beş ay sonra Herzl, Osmanlı İmparatoru Sultan Abdülhamit’le görüşmek üzere 19 Haziran 1896’da İstanbul’da hazır olacaktı. Herzl’le Osmanlı İmparatorluğu’nun lideri, Müslümanların halifesi Sultan Abdülhamit arasında bir görüşme ihtimalinin doğması yıldırım hızıyla tüm dünya Yahudilerini silkeledi. Arjantin’de mi Uganda’da mı devlet kuralım diye tartışan Yahudi entelijansiyasının zihinleri bu görüşmeye kilitlenmişti. Görüşen tarafların denklikleri arasındaki uçurum, bu görüşmeden en büyük faydayı Herzl’in ve onun idealinin kazanmasını sağlamıştır. Herzl bu görüşmeyle çok önemli bir eşiğin geçilmesini sağlamıştı. Daha önce Filistin’de Yahudi devleti kurmak istediği için kendi halkı tarafından hayalperestlikle suçlanan ve ciddiye alınmayan bu adam, Filistin’in sahibi olan İmparator tarafından ciddiye alınmıştı. Sıradan bir adam ile İmparator’un görüşmesi, Siyonizm’in doğuşundan itibaren ortaya çıkan ilk gerçek ‘kıvılcım anı’ydı. Hemen bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk Dünya Siyonist Kongresi’nde Herz o meşhur sözünü söyleyecekti: “Bugün ben Yahudi devletini kurdum. 5 yıl ya da 50 yıl içinde bunu siz de göreceksiniz!” Gerçekten de 50 yıl içinde İsrail kurulacaktır. Yani Filistin diye bir meseleyle ilgili soru soran insanların Abdülhamid - Herzl görüşmesini tahlil etmeden, bu görüşmenin var olma biçimini tahlil etmeden konuşmasının boş laf olduğunu düşünüyorum.
Devlet aklı meselesi üzerinden Yahudi devletine dönelim. Ortadoğu’da İsrail meselesi bir dini terminoloji üzerinden inşa edildi ve hala ediliyor. Orada başka bir devlet aklı çalışıyor. Çünkü Theodor Herzl dindar bir Yahudi değildi. Etrafındaki isimler de öyle. Sosyalist akla sahip insanlar sanki Tevrat’a inanıyorlarmış gibi bir sorun inşa ettiler. Bugün İsrail’i yönetenler de dindar Yahudiler değiller. Ama top sürekli Tevrat ekseninde çevriliyor.
İsrail’in ve Siyonizm’in kurucuları dindar değildi. Başlangıcı seküler, hatta sosyalist bir topluluktu. Ama bugün geldiğimiz noktada dindarlığın giderek daha etkin olduğu bir dönem yaşanıyor. Çünkü siyaset etme biçimi açısından aklın azaldığı yerlerde, dini yapıların güç kazanması kaçınılmaz hale gelir. Ancak her "devlet aklı" kullanımının doğru olduğu gibi bir kabul de yoktur. "Akıl var" demek, onun doğru çalıştığı anlamına gelmez. Bugün İsrail devletinin attığı bazı adımlar, kendi gelecekleri açısından hasar verici sonuçlar doğurabilecek bir seyir izliyor. Bugün için kolay fark edilemeyen ama 10–20 yıl sonra bu günlere atıfla, büyük stratejik hataların yapıldığı bir dönem olarak anılacak adımlar bunlar. Siyonist akıl, 1800'lerin ortalarından itibaren sistematik bir biçimde, adım adım ilerleyerek bu noktaya geldi. Büyük bir çabanın, emeğin ve fedakârlığın sonucudur bu. Ancak bu akıl bir türlü doğru analiz edilemiyor. Bu nedenle İsrail ile mücadele iddiasında bulunan yapılar, hiçbir zaman gerçekçi analizler ortaya koyamıyor. Sürekli olarak kendi toplumlarını felakete sürükleyen tablolarla karşı karşıya kalıyoruz. İsrail’in kuruluşunu gerçekçi bir bakışla anlamaya çalışmadan, bölgede neler olup bittiğini kavramak mümkün değil. Bugün Filistin davası, herkesin gözü önünde gelişen olaylara rağmen, gerçekçi gelecek projeksiyonlarının yapılamadığı bir olgunun içine sıkışmış durumda. Yüzyıldır o bölgede hareket eden, eyleme geçen insanların birçoğunun da arka planlarında varolan aklın aslında 20'nci yüzyılın başında Osmanlı hinterlandındaki en aktif siyasi hareketin yani İttihat ve Terakkinin olduğunu, bu akla benzer bir akılla hareket ettiklerini tespit etmemiz gerekiyor. Gözü pek, az düşünen ama çok hareket eden bu aklın çıkacağı bir açık gelecek görünmüyor. O günden bugüne değişmeyen tek karakteristik cümle nedir deseniz şöyle derim: ‘Sonunu düşünen kahraman olamaz!’. Bu cümlenin karakterize ettiği Filistinli eylem adamlarının çoğu o günden bugüne hareket ederken ‘talihe dayanma’ dışında hiçbir gelecek vizyonuna sahip değillerdir. Talihe, kehanete ve göklere dönük bir arayış hali. Rakibin son yüzyılını doğru bir şekilde tahlil etmeden, ders almadan ortaya çıkan bir mücadele biçimi. Canavarın bıyığını çekebilecek kadar cesur ama canavarın alevine karşı ne yapacağına dair fikri ve tedbiri olmayacak kadar da gamsız bir akıl bu.

JÖN TÜRKLER, GENÇ OSMANLILAR, İTC VE MASONLAR
Genç Osmanlılardan itibaren İttihat Terakki'nin yapılanmasının neredeyse tamamen Fransız Devrimi'nin sloganlarını bile kopyalayarak geliştiğini görüyoruz. Ama yapılanma itibarıyla aslında bir mason yapılanmasını mason örgütlenmesini çok andırıyor. Mesela Dünya Siyonist örgütünün başkanı, Jöntürk gazetesinin finansörü, sahibi. Bir şeyi finanse ediyorsanız onun sahibisinizdir. Bundan hiç rahatsız olmuyor Jön Türkler, Genç Osmanlılar ve İttihat Terakki. İttihat Terakki'nin biz bir mason yapılanması olduğunu, İttihat Terakki'deki pek çok ismin aslında mason üyesi olduğunu çok fazla konuşamıyoruz. Ve bunu şöyle tevil ediyoruz. O zaman Masonluk çok organize bir şeydi, Devletin içinde de vardı…
Çocukça açıklamalar bunlar.
...padişahın etrafında da vardı. Masonluk bugün böyle ama o zaman öyle değildi.
Tam bilmiyorlardı, habersizdiler, masumdular gibi sözler havada uçuşur. Hatta Cemalettin Afgani ile ilgili de bu tür savunmalar yapılır. Yani o dönemler böyle şeyler bilinmiyordu gibi. Bunlar tabii çok çocukça açıklamalar. Maalesef yine yetişkin olamama ile alakalı bir durumla karşı karşıyayız. Tarihine sadece "sempati" ile bakabilen insanların kayrılması gereken, temiz tutulması gereken insanlar listesi kabarıktır. O yüzden tarih anlatılarında hep bir manipülasyon vardır. Oldukça normal ilerleyen anlatılar birden saçma sapan, çocukça önermelere evrilir. Ama şunu da unutmayalım: hiçbir hareketi toptancı bir yaklaşımla eleştirmek doğru değildir. İTC doğru analiz edilemeyen bir harekettir. Genelde böyle netameli konularla ilgili her zaman iki görüş vardır. Herkes kendi aidiyetinin olduğu fikre doğru yönelir. Ama gerçeği arayan insanlar için, isterse kendi kimliksel aidiyetinin dahi çeliştiği, çatıştığı bir alanda da olsa, elde ettiği bulguları "gerçekte" olanın peşine düşmek için kullanmak en önemli ödev olmalıdır. Her şeyden önce bir araya gelmiş, organize olmuş ve amaçlarının "devleti, Osmanlılığı kurtarmak" olduğunu ilan etmiş bir yapılanmayı doğru tanımadan, yaptıklarını anlamlandırmayı yanlış buluyorum. Her zor konuda olduğu gibi bu konuda da iki keskin görüş yarışmaktadır. Bu yapılanmanın "kötü" niyetli olduğunu, Osmanlı Devleti’ni yıkmak için çalıştıklarını, Siyonist ve masonların esiri olduklarını söyleyen bir tarih anlatısıyla, onların bataklığa saplanan Osmanlı için tek çıkış bileti olduklarını, yaptıkları işlerin "vatanseverlikle" ilgili olduğunu savunan, şehitler ve gazilerden oluşan görev adamları olduklarını söyleyen iki ayrı "resmî tarih" anlatısından biraz mesafe almak zorundayız. Fakat bana göre yadsınamaz ve açık olan bir şey var: Onlar, vatanları uğruna bir araya gelmiş, kimsenin inisiyatif almaya yanaşmadığı bir dönemde harekete geçmiş, canlarını bu uğurda ortaya koymuş insanlardı. Aynı derecede bir diğer gerçeklik ise, bu topluluğun yönetim kademesiyle tabanı arasında zaman içinde paradigmasal bir kopmanın yaşandığı ve topluluğun, yönetici kadro tarafından tamamen edilgenleştirildiğidir. Burada da Jöntürk meselesinden öte, daha geride analiz edilmesi gereken çok önemli bir dönem var. Türk demokrasi hareketinin başlangıcını doğru tespit etmemiz gerekiyor. Kanunla yönetim kurmak isteyen insanların hikâyesi, aslında Jöntürklerden daha da önceye uzanıyor. Bu insanlar elbette düşündüler, çabaladılar; ama günün sonunda yüzleştikleri şey daima güç eksikliği oldu. Kimi idam edildi, kimi sürgün edildi. Sonunda da güç olmadan hareket edilemeyeceğini fark ettiler ve çeşitli güç odaklarını aramaya başladılar. Ülke içinde bunu bulamayınca maalesef dışarıdan güç devşirmeye yöneldiler. Kendi ayakları üzerinde duramayan bu insanların pek çok yabancı elçiliğin, yabancı akımın tesiri altına girmesi kaçınılmaz hale geldi. Kendi mücadelelerine güç katmak adına, ‘toplum adına haklı bir iş yapmak’ düşüncesiyle dış gücü meşrulaştırdılar. Ama bu, o günden bugüne silinmeyecek bir travmanın tohumlarını da ekti. Artık kim kanun, kim nizam, kim hukuk derse; insanlar onun arkasında bir gizli gündem arıyor. Ben bunun yanlış olduğunu söylüyorum ama sebepsiz de değil. Mesela Balkan Harbi’yle ilgili kitapta da bahsettiğim bir gazeteci tespiti var: ‘Türk aydınının büyük çoğunluğu devletten beslenir. Bu yüzden devlete asla gerçeği söyleyemez.’ Bu ne demek? Türk aydını bağımsız değil. Kendi gelirini üretemiyor. Bu da onu iç ya da dış güç odaklarına açık hâle getiriyor. Sürekli devletten ya da bir erkten beslenen birinin kalemini koruması ne kadar mümkün olabilir? Bu, kalemin namusu açısından çok utanç verici bir şey. Ve toplum da bu çarkın içinde boğuşup duruyor. Zaten son yüzyılın Türk tarihinde bunun örneklerini defalarca gördük.
İttihat Terakki anayasal bir düzen iddiasıyla yola çıkıyor ve tek adam rejimine, saltanata karşı ama Osmanlı'ya bağlı kalmak üzere çıkıyor. Devamında iktidarı ele geçirdikten sonra da işte o reddettiği, karşı çıktığı saltanattan çok daha kendisine bağlı bir saltanat yürütüyor aslında. Mehmet Akif ilk başta Abdülhamit’e karşı İttihat Terakkiyi desteklerken devamında İttihat Terakki'nin birinci yılı dolmadan eleştirilere başlıyor. Sonrasında daha kötü bir rejimden, daha iyi bir rejime geçeceğini söyleyen ama yapmayan insanların nasıl kahramanlaştığını görüyoruz. Enver'in, Cemal'in, Talat'ın yaptıklarının sonuçları ortadayken nasıl kahramanlaştırıldığına son yirmi-otuz yılda şahit oluyoruz. Mesela son 20-30 yıla kadar bunu bu kadar bariz göremezdik. Bu kadar Enver’ci, bu kadar Talat’cı, bu kadar Cemal’ci bir toplum yapısı yoktu. Biz şu an onu yaşıyoruz.
Bu gerçeklikten kopuşla ilgilidir.
KARTONDAN KAHRAMANLAR
Kesinlikle öyle. Biz bu kahramanların gerçekten kahraman olup olmadığını, neye göre kahraman olduğunu bilmiyoruz. Ve bazen öyle olur ki bu kahramanlar işte 10 yıl önce katil iken kötüyken, hainken 10 yıl sonra birdenbire kahramanlaşabiliyor. Bir insanın 10 yıl içerisinde birden vatan hainliğinden büyük bir milli kahramana dönüşmesi toplumsal açıdan toplumun aklı açısından çok büyük bir zafiyet değil mi? Burada devlet aklı mı daha kıymetsiz bir şeydir, toplumsal akıl mı daha kıymetsizdir?
Buna yalnızca “devlet” üzerinden cevap vermek mümkün değil. Çünkü toplumun geniş bir kesimi, kanuna ve nizama uyan insanlara enayi gözüyle bakıyor. Çalışarak, alın teriyle kazanç sağlamak ahmaklık sayılıyor. Bugün bu toplumun yarısı, hatta belki daha fazlası kamu malına çökmüş durumda. Bir arazi bulup üzerine gecekondu dikiyor; hepimize ait olan bir şeyi sahiplenerek servet elde ediyor. Bu servetle büyüyen insanlar da haliyle kanun dışını meşrulaştırıyor. Ben bunu, devletin hukuku çiğnemesinin topluma sirayet etmiş bir mirası olarak görüyorum. Çünkü devlet bir kez kanunsuzluk yoluna girdi mi, ondan nemalananlar da aynı şekilde davranıyor. Bunun yansımalarını sokakta her yerde görebilirsiniz. Tarihte bazı insanların yüceltilmesi insanlara iyi geliyor çünkü o figürlerde kendilerini görüyorlar. Onları bıraksanız, kendileri de aynı şeyleri yapacak. Kamuya ait bir mülkün yağmalanmasını “yağma” olarak değil, “hakkını almak” olarak görüyor. “Uyanığın, uyanık olmayana üstün gelmesi” gibi meşrulaştırıyor. Ben buna “Al Capone dini” diyorum. Hani meşhur hikâye vardır: “Yıllarca dua ettim bisikletim olsun diye, olmadı. Sonra çaldım, ardından Tanrı’dan affetmesini istedim. Anladım ki Tanrı’nın sistemi böyle çalışıyor.” İşte bu bakış açısındaki insanlar hem kamu malını çalıyor hem bunu af dileğiyle meşrulaştırıyor hem de dindarlığını elden bırakmıyor.
Günah işlediğin yere Cami ya da Kilise yaptırmak gibi.
Aynen öyle. Bu kafadaki bir insanın, kanun dışı davrananları suçlaması, onları teşhir etmesi, lanetlemesi mümkün mü? Tabii ki hayır. Onları kahraman olarak görecek, çünkü onlar kendi yansıması. Kendi yansımasını kutsuyor aslında. İşte bu noktada, kanun, nizam ve adalet isteyen insanların üzerine düşen en temel sorumluluk, sadece tarihî karakterleri değil, bugünün bu tür tiplerini de işaret etmektir. Çünkü geleceğimiz için asıl tehdit onlar. Bu yalnızca akademik bir mesele değil, aynı zamanda yaşam biçimimizle, yaşadığımız dünyayla kurduğumuz etik bağla ilgili. Eğer çocuklarımıza güven içinde devredebileceğimiz bir ülke istiyorsak, bu insanları deşifre etmeliyiz. Onların sebepsiz zenginleşmelerini, toplumsal kaynakları yağmalamalarını ve bu güçle topluma musallat olmalarını ifşa etmeliyiz. Onları belki durduramayız ama en azından saygın insanlar olmadıklarını ilan edebiliriz. Bakın, filmlerde kötü adamı hemen tanırsınız. Bakışından, duruşundan bellidir ve kahraman onunla mesafesini korur. Gerçek hayatta ise işler farklıdır: Bir toplantıya gidersiniz, masadaki en kötü adam en çok saygıyı görür. Ve siz, ona itiraz eden değil, onunla iyi geçinen olursunuz. Bu da demektir ki ‘iyi adam’ olmak için gereken asgari niteliklerden fersah fersah uzaktasınız. Ona saygı göstermiyor olmanız gerekirken korkudan çekinceden ya da çıkardan dolayı ona saygı göstererek onun gücünü, onun sizin üzerinizdeki tahakkümünü arttırıyorsunuz demektir. Buna da dikkat etmeliyiz. Yazdığımız şeylerin geçmiş bilgisi değil, bugünün bilgisi olması ancak böyle mümkün olur.
Devlet aklını eleştirirken özellikle Balkanlar'da, Afrika'da, işte Mısır'ın işgalinde mesela Libya'nın daha sonra bir direniş örgütlenmeye çalışılsa da Libya'nın terk edilişinde, Arnavutluk’un tek bir kurşun atmadan ve orada ciddi sayıda bir ordu varken terkedilmesinde, Selanik'ten çıkılmasında vb. olaylarda siz buradaki meselelere devlet akılsızlığı ile devlet aklının yokluğu ile yaklaşıyorsunuz. Buradan 1.Dünya Savaşına kadar giden büyük ihmallerden bahsediyorsunuz.
Osmanlı tarihinde aydınlatılmamış pek çok olay var. Her biri üzerine tek tek gidilmesi gerekir. Ama asıl mesele şu: bize tarihin büyük harflerle yazılmış kısımları anlatılıyor, geri kalanına ulaşmak içinse kendi çabamız gerekiyor. İpuçlarının altını kazımak zorundayız. Mesela ben Kutü’l-Amare meselesi için büyük bir emek harcadım. Orada gerçekten bu millet için ter dökmüş, savaşmış, şehit düşmüş; büyük fedakârlıklar göstermiş, fakat anısı unutturulmuş, silinmiş insanları yeniden hatırlatmak istedim. Kim olduklarını, meşrebi bizden olsun ya da olmasın, hak ettikleri şekilde onurlandırmak istedim. Çünkü sadece “bizim gibi” olanların hatırasını yaşatamayız. Gerçekten bu toprakların bağımsızlığı için mücadele etmiş herkesi hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız. Hem filmde hem kitapta Kutü’l-Amare ve Selmanpak özelinde bu meseleye genişçe yer verdim. Bugün tarih kitaplarında adı geçmeyen pek çok kişiyi okuyacaksınız. Bazılarının mezar yerlerine kadar gidip buldum. Mezarlarının şehitliğe taşınması, tamiri için çok uğraştım. Çünkü mesele şu: doğru davranan insanların unutulmaması, onurlandırılması gerekiyor. Bunu başaramazsak, gelecekte doğru olanı seçecek insanları da cesaretlendiremeyiz. Bu insanlar, kimsenin beklemediği, doğru olanın en zor olduğu, en acıtıcı olduğu dönemde doğruyu seçmişlerdi. Bir örnek vereyim: Şii bir savaşçı—bölgede sözü geçen bir aşiret liderine—şu şu aileler bizimle birlikte, savaştan sonra onlara ayrı ayrı emirlikler verilecek, siz de bize (İngilizlere) katılırsanız size de Nasıriye Emirliği verilir, diyorlar. Kendi toprağınızın emiri olursunuz, diyorlar. Bu teklif Şii Beni Malik aşiretinin lideri Bedri Rumeyyid’e yapılıyor. O da şu cevabı veriyor: “Benim taraf değiştirmem için bana Londra’da, İngiltere’de bir emirlik vermeniz gerekir. Çünkü burası zaten benim toprağım. Bu teklif uygun değil.” Ve teklifi getirenle alenen alay ediyor. Bu onurlu bir şamardır. Ama Türklerin tarafında, mağlup tarafta kaldığı için bugün adı anılmıyor. O gün Türklerle beraber olmayanlar bugün devlet töreniyle karşılanıyor. Torununu Türkiye’ye davet ettiğimde, mağlup tarafın torunu olduğu için pasaport kuyruğunda bekletilerek ülkeye alındı. Hâlbuki dedesi başka bir karar alsaydı, özel uçakla gelir, protokolle karşılanırdı. “Kral”, “emir”, “prens” gibi unvanlarla ağırlanırdı. Ona şöyle bir soru sordum: “Dedenizin aldığı karar hayatınızı değiştirdi. İçinizde bir burukluk var mı? Çünkü başka bir karar alsaydı, sizin de hayatınız farklı olacaktı.” Cevabı çok etkileyiciydi—belgeselde de görebilirsiniz: “Bu düşünülerek, hesap edilerek verilen kararlardan değil. Bu bir karakter kararıdır. O karakter o gün bu kararı verdi. Bugün de olsa aynı kararı verirdi. O yüzden biz ancak onur duyarız o karardan!”. Bu hesap kitapla alınmış bir pozisyon değil. Bu, karakterin belirlediği bir duruştur. Ve bu kararları almak, anlatması kolay olsa da yaşarken çok zordur. Küçücük menfaatler için birbirini satanların çoğaldığı bir dönemde, bu insanlar—dünyanın en büyük gücü karşılarında dursa da—zayıf olanın yanında yer almayı seçtiler. Bu, çok büyük bir fedakârlıktır.
‘HERKES ŞERİF HÜSEYİN DEĞİL’
Aslında son sorum bu olacaktı siz cevaplamış oldunuz. Özellikle son 10-15 yılda mezhepçiliğin siyaseten hem Sünni tarafta hem Şii tarafta çok yüceltildiği bir dönemde Osmanlının yanında kalmayı seçen hem de büyük bir iktidarı elinin tersiyle iterek seçen bir Şii liderinden bahsediyoruz. Üstelik bu 500 yıl önce olmuyor, çok yakın tarihte oluyor.
Evet. Sadece Şiiler değil, Sünni Araplar içinde de aynı tutumu sergileyen insanlar vardı. Herkes Şerif Hüseyin değil. Onun tam tersi davranan, büyük fedakârlıklar gösteren insanlar var. Ama bu insanları unuttuğumuzda geleceğimizi de tehlikeye atıyoruz. Çünkü anıları örselenen insanların takipçileri bir daha neden aynı fedakârlığı yapsın? Bakın, Sünni bir aşiret lideri olan Uceymi Sadun’a Irak Krallığı teklif ediliyor. Percy Cox, onunla temas kurmak için özel çaba harcıyor. Ama o hiçbir şekilde bu teklife olumlu cevap vermiyor. Osmanlı saflarında savaşıyor. Osmanlı yıkılınca Türkiye’ye göç ediyor ve Kurtuluş Savaşı’na katılıp savaşmaya devam ediyor. Türkiye’ye yerleşip Ankara’da hayatını veda ediyor. Bir kral olabilecekken, sade bir yurttaş olarak ölüyor. Onun Cebeci’deki mezarını silah arkadaşlarının yanına taşıyabilmek için çok uğraştım ama kimseye derdimi anlatamadım. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bize karşı silah çekenlere zımni olarak ‘haklısınız’ demektir. Hayatta bir şey elde etmek istiyorsanız fırsatları değerlendirin demektir. Ahlaki olan yola dinamit yerleştirmektir. Hakkında vatana ihanetten yakalama kararı olanların sizinle birlikte omuz omuza savaşanlardan daha değerli olması demektir. Doğrudan yana olmak maalesef ödüllendirilen bir şey değil. Yanlış yapan devlet töreniyle karşılanıyor ve fakat iyi bir şey yapanlar açlıkla sınanıyor. Bunların en azından hikâyelerimizde yerini bulması gerekiyor. Gerçek hayatta hak ettikleri yeri bulamamış olabilirler ama hikâyelerimizde anılarımızda onlara hak ettikleri yeri verebilirsek eğer bu iyi bir gelecek için küçük de olsa doğru bir adım atılabiliyor demektir. Bu kişiler, inandıkları gibi yaşamak istedikleri için acılar çekmiş, fedakârlıkları görmezlikten gelinmiş, sesleri kısılmış ve tarih kitaplarından çıkartılmış olabilirler. Ama vicdanlı kişilerin anılarında yer tutabilmelerini sağlayabilirsek eğer, biraz olsun üzerime düşeni yapmaya yaklaşmış sayabilirim kendimi. Elbette bu, yazara olduğu kadar okuyucuya da sorumluluklar yükleyen bir görevdir. Ben bunun için çalışıyorum.
Çok teşekkür ediyorum. Kitabınız ikinci baskıyı da yaptı. Umarım çok daha baskı yapar ve okuruna ulaşır.
Ben teşekkür ederim, buraya kadar geldiniz, yüz yüze röportaj yapmak ayrı bir keyif.
