Dostum dostum güzel dostum…

Yarın bir yılı daha deviriyormuşuz. Feleğin çarkını çeviren pîr, 2018’in sonundaki 8’i 9 yapacak, yüzümüzdeki çizgiler daha da derinleşecek… Karşımdaki koltuğa oturmuş gitmeye hazırlanan, bir yıl boyunca dertleştiğim, bazen hüznümü, bazen öfkemi paylaştığım güzel dostuma bakıyorum, çenesindeki sakalın ucunu tutup muzip bir eda ile gülümsüyor; “Ne çok gürültü ettiniz ama!” diyor. “Yok ya” diyorum. “Cidden çok mu gürültü ettik?” “Valla”, diyor. “Hiç durmadınız, günün en az yarısını birbirinizle didişmekle geçirdiniz. Ne çok seviyorsunuz köşe kapmaca oyununu! Bi de çok mızmızsınız, içinizden biri hakikati söyleyecek olsa, azıcık eleştirse, üdebanız ve fukahanız yaygarayı koparıyor. Milletinizin kısm-ı azamisi zaten fetva emini, önüne gelen hakkında basıyor fetvayı, celalli adamlarsınız vesselam… Üdebanıza gelince, hem şair, hem yazar, ama en önemlisi hem de münekkitler; birbirleri hakkında hüküm veriyor, eleştiriyi de kimseye bırakmıyorlar maşallah. Ziya Paşa’nın meşhur bir beyti var ya;

“Kadı ola davacı vü muhzır dahi şahit

Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet”

Valla tıpkı böyle!.. “Yapma be”, diyorum. “Biraz abartmıyor musun? Bak her tarafta kültürel etkinlikler düzenliyorlar, konferanslar, sempozyumlar, şiir şölenleri, kitap fuarları, yazarlık kursları, dergiler…” Gülüyor. Çay bardağından bir yudum alıyor. O ara televizyonda bir görüntü: Bir caminin önü, kalabalık, kürsüde bir hoca, elinde mikrofon, bir teyzenin Cennetteki ırmaklara dair sorusuna münasip bir cevap bulma gayreti içinde… Bakıyoruz, dostum muzipçe “Hocalarınız büyük adam!” diyor. “Yaa boş ver” diyorum, önüne fındık fıstık tabağını sürerek. O ara çaktırmadan başka bir kanala geçip durumu kurtarıyorum.

Tam bu sırada kapı açıldı. Bir ‘karaşın’ delikanlı çekingen bir eda ile elindeki davetiyeyi uzattı. “Hocam, dedi. Müsaitseniz bu hafta düzenleyeceğimiz programa bekliyoruz.” “Ne programı?” dedim. Âkif’in paltosu başlıklı bir konferans verecekmiş meşhur bir tv spikeri. Dostumu tam da susturmuşken, sırası mıydı oğlum? dedim içimden. Zaten hepimiz o ‘melodramatik palto’dan çıkmadık mı? Delikanlıyı, “Tamam evladım. Teşekkür ederim. Müsait olursam, gelirim inşallah” deyip savdım. Dostuma döndüm: “Eee buyur pirim, ‘ayak’ verildi nasıl olsa konuş bari”, dedim. “Konferanslarınız, sempozyumlarınız, panelleriniz genelde böyle. Cer hocaları gibi bir garip küme var, fuar fuar, belediye belediye, yurt yurt dolaşıyor, uzman olmadıkları, bilmedikleri konularda ahkam kesiyorlar”, dedi.

Akşam olmuştu. “Kalk, dedim, eve gidelim.” Şu son gün canımızı sıkmaya değmezdi. Hep ertelediğim, bir ‘ara’ya bıraktığım şeyleri konuşmak istiyordum. Oturduk. Gözüm masadaki öykü kitabına takıldı. Altını çize çize okumuştum. Genç yazar âdeta toprağa basmaya çekiniyor, aşkını söylemekten korkuyor, dallardaki çiçekleri görmüyor, kapı komşusu Edibe Teyze’ye selam vermiyor, karakterlerinin omuzuna elini atamıyor, onları doğal dilleriyle konuşturamıyor, bir kahveye gidip bir amelenin yanına oturamıyor, bir türkü dinleyip efkârlanamıyor ya da oynayamıyor, kahkaha atamıyor, küfredemiyordu. İçindeki garip hayalet tam da yazacakken onu susturuyor, gönlünden geçenleri kâğıda dökemiyor, o boşluğu modern anlatım teknikleriyle doldurmaya çabalıyor, anlamsız bir monoloğu büyütüp duruyordu…

Dostum kalktı. Vakit gelmişti. Sarıldık. Benim ‘dünya sürgünüm”se henüz tamamlanmamış. Gözlerim doldu. Onu özleyecektim. Gecenin tam on ikisinde bizi hay huyumuzla baş başa bırakıp gitti!..

Ahmet Kaya’nın şarkısını açtım, dostuma gözyaşlarıyla veda ettim:

“Dostum dostum güzel dostum, bu ne beter çizgidir bu. Bu ne çıldırtan denge. Yaprak döker bir yanımız. Bir yanımız bahar.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum