Perché non parli!

Balzac’ın “Gizli Başyapıt” (Çev. Samih Rifat, Can Yay.2020) adlı öyküsü, genelde sanat, resim ve sanatkârla eseri arasındaki ilişkiye dair yorumları içeren poetik bir metindir. Bu itibarla bir öykü olmakla beraber poetik bir metin olarak da okunabilir. 

Frenhofer’in ressam Porbus’ün yaptığı resme yönelik eleştiriler, daha başta okurun önüne ezelî bir konuyu seriyor Sanat eserindeki cansızlık!.. Şüphesiz sanat, netice itibarıyla ‘yapılan bir şey’dir, yaratılan değil. Bu sebeple hayat ya da can, eserde daima eksik kalacaktır. Oysa sanatçı eseri karşısında bir ‘tanrı’ olmak ister; onun can bulmasını arzular. Nitekim Michaelangelo’nun Musa heykelini yaptıktan sonra elindeki çekici heykele fırlatıp “Perché non parli!” (Neden benimle konuşmuyorsun?) diye bağırması, hem sanatkârın büyük arzusunu hem de acziyetini ifade eder. Balzac’ın “Gizli Başyapıt”ını okurken -çevirmen şaheser deseydi daha güzel olurdu- romanın başkahramanı Frenhofer, bana Michaelangelo’yu hatırlattı. Frenhofer da tıpkı Michaelangelo gibi sanat eserinde biçimin ötesinde ruh-can arayan biridir. Michaelangelo’nun Musa heykeline karşı hissettiklerini o da “Kavgacı Kadın” adlı tablosunda resmettiği kadın imgesine hisseder. Âşıktır, onu kimselerle paylaşamayacak, kimselere göstermeyecek denli sever.  Bu duygusunu; “Yarattığım bu kadını, eşimi size göstermek mi? Tertemiz mutluluğumun üstüne örttüğüm örtüyü yırtmak mı? Korkunç bir ahlâksızlık olmaz mı bu? On yıldır bu kadınla yaşıyorum ben. Yalnızca benim o; ve beni seviyor. Vurduğum her fırçada bana gülümsemedi mi? Bir ruhu var onun, benim ona verdiğim bir ruh!” (s. 46) sözleriyle dile getirir. Balzac, bence Frenhofer’in eseriyle olan aşk ilişkisini Yunan mitolojisinden almış olmalı. Çünkü Yunan mitolojisinde Kıbrıslı heykeltraş Pygmalion da yaptığı heykele âşık olmuş, Aphrodit’ten onu canlandırmasını istemiş, sonra da onunla evlenmiştir. Bir aldanış da olsa, sanatçının eseri karşısındaki ‘tanrısal tavrı’nı, daha doğrusu sanatçı ile eseri arasındaki derin aşkı ifade ediyor bu örnekler.  

Bir eseri ancak sanatkârı derinden kavrar, sonra da sanatkârla aynı derecede olmasa da benzer hassasiyete sahip okurlar; yani ‘ehl-i dil’ olanlar… Balzac’ın romanında Frenhofer bunu; “Şiirler (…) ancak sevgililerine çıplak görünürler!” (s. 47) cümlesiyle açıklıyor. Herhâlde şaheser denmeye lâyık olan sanat eserleri de Frenhofer gibi eserine büyük bir aşk ve sadakatle bağlı olan sanatkârların ürünüdür.  

Konuya tekrar dönelim. Bir sanat eserinden her şeyden önce ne beklenir? Başta da söylemiştim. Hayattır, canlılıktır beklenen… Frenhofer, arkadaşı ressam Porbus’ün tablosunu eleştirirken dile getirir bunu. Der ki; “Senin kadıncağız fena kotarılmamış ama yaşamıyor. Sizler bir suratı doğru düzgün çizip her şeyi anatomi kurallarına göre yerleştirdiğinizde işiniz bitti sanıyorsunuz.” (s. 23) Evet bir şeyi tıpkı tabiattaki gibi aynıyla resmetmek şeklen mümkün. Şairlikte de böyle! Frenhofer’in dediği gibi “Büyük şair olmak için dilbilgisini bilmek ve dil yanlışı yapmamak yetmez!” (s. 24). Sanatkâr da esere muhatap olanlar da ister ki resmedilen “fildişi tenin altında kan” (s. 24) aksın, figür hareket etsin, canlansın, konuşsun, hayat bulsun!.. Mümkün mü? Hayır! Ama sanat eserinde bunu hissetmek gerekir. Büyük sanatkâr, işte bu canlılığı hissettirendir!  

Ama heyhat! Michaelangelo’nun Musa heykeline can vermesinin mümkün olmadığı gibi Frenhofer’in resmine can vermesi de mümkün değildir. Yıllardır üzerinde çalıştığı tuvalde hiçbir şey yoktur. Ama onu görmektedir, üstelik olağanüstü güzeldir!..  

Sanat, zaten o görünmeyeni görmek değil midir? 

İyi kitap “Gizli Başyapıt”! Sanatın, özellikle resmin felsefesine meraklı olanlara tavsiye ederim.

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum