Tanpınar yaralı bilinç...

Geçen hafta Tanpınar’ın Avrupa tutkusundan bahsetmiştim. Bu, tabiî bir arzuydu; elbette Tanpınar gibi bir aydın, kitaplarda okuduğu o zengin Batı kültürünü görmek isteyecekti. Nitekim 1936 yılında Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı bir mektupta; “bir kör rüyası gibi sadece vehim hâlinde” öğrendiği şeyleri yakından ve kendi realitesinde (Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları, haz. Zeynep Kerman, 1974, s.18) tanımak istediğini söyler.

Ama tabiî olmayan bunu âdeta bir takıntı hâline getirmesi, büyük bir eksiklik olarak görmesiydi. O yıllarda Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğünde görev yapan arkadaşı Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı bir mektuptaki “Kutsi, ister misin ben mesut olayım? Beni bir sene için Avrupa’ya, maaşımla ve bir parça da yani birkaç yüz liralık bir tedkik seyahati masrafıyla gönderin.” (s. 18); “Beni bir sonbahar sabahı bir İtalyan peysajında ve bir kış gecesi Paris sokaklarında dolaşmış tasavvur etmen, hakiki bir orkestradan şüphe edilmeyecek bir musikiyi dinlediğimi bilmen fena bir şey mi?” (s. 19) cümlelerinden bu anlaşılıyor.
Ama anlamak lâzım Tanpınar’ı. Çevresindekilerin çoğu Avrupa görmüştü -meselâ Necip Fazıl- o da tanımak istiyordu. Ne yapıp etmeli Paris’i görmeli, kendisinin de ifade ettiği üzere “bu Avrupa ihtibasından” kurtulmalıydı (s. 18). Nihayet 1953’te gitti, müzeleri, galerileri, kiliseleri çılgın gibi gezdi ve “bu Avrupa kompleksinden” (Tanpınar’la Başbaşa, Dergâh Yay., 2008, s 70) kurtuldu. Lâkin romanlarında bu ‘kompleks’ yoktur, bunu da belirtelim.

Tanpınar, -politika rüzgârı çoğu aydın gibi onu da eğip büktüyse de- mazisine, vatanına bağlı adamdır, geleneği, maziyi yıkmaya dayalı modernleşmeden yana değildir, onda mazi-hâl ve istikbal bir bütündür… Yıkma değil ayıklama taraftarıydı. Günlüklerinde “Ben Orhan Gazi’nin mübarek eliyle kurduğu bu terkibin devam etmesini, yıkılmamasını istiyorum. Tarihî Türkiye’nin peşindeyim. Onun devamını istiyorum…” (s. 327) diyen biri, nasıl mazi ve gelenek düşmanı ya da Batı hayranı olur ki?.. Daha önce yazmıştım, gerçeği gören, kavrayan bir aydındır o. Ama belki de yaşadığı devrin otoriter yönetimleri, politik çatışmaları, parasızlığı, mecburiyet ve mahkumiyetleri, tıpkı Hayri İrdal gibi onu da ‘yalan’ karşısında susmaya, çekingenliğe, zoraki kabullere itti… Meriç’teki öfke ve nâra, Tanpınar’ın günlüklerinde yoktur. Ama yaralı adamdır, yer yer yara sızlar ve âdeta kendi kendine mırıldanır. Asıl Tanpınar o mırıldanmalarda. Meselâ günlüklerinde der ki:

“Hakikat şu ki biz sadece abeste ısrar ettik. Küçük emr-i vâkileri inkılâp ve ilerleme sandık. Din derslerinin, Arapça ve Acemcenin mektep programlarından kimsenin haberi olmadan çıkarılması gibi. Arkasından dil inkılâbı, arkasından münevver enflasyonu ve bütün bir konformizm. Kadrosuzluk.

(…)

Din meselesi ihmal edilmeyecekti. Kanalize edecektik. Biz halkımızı kendi elimizle cahil kuvvete teslim ettik. Dini bir cenaze gömme meselesi yaptık. Türkiye Müslüman’dır; bu hakikati unuttuk. Laikliğimizi ilân ettik; fakat lâik olamadık. Gizli ate’lik yaptık… (…) Bu suretle münevver köksüz kaldı. Her şeyi, yerine yenisini koyamadan zedeledik.” (s. 326)

Tanpınar, yaralı bilinç, kanayan yürek, eşikte kalmış Türk aydını!.. Onun gibi, Peyami Safa’da, Cemil Meriç’te, hatta Necip Fazıl’da farklı derecelerde vardır bu ‘eşik’te kalma hâli. Galata rıhtımında kendisini Marsilya’ya götürecek gemiye binerken, başındaki fesi çıkarıp denize atan Necip Fazıl değil miydi?
Eserleri de insanları da yüzeysel okuyoruz. Tanpınar; “Sağcılara göre ben angajmanlarım -Huzur ve Beş Şehir- hilafında sola kayıyorum (…) Solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçıların değilse bile, sağcıların yanındayım.” (s. 332) diye sitem eder günlüğünde.

Çok haklı!..

YORUMLAR (20)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
20 Yorum