Muhafazakârlar ve tiyatro

İBB Kültür Daire Başkanlığı Necip Fâzıl’ın “Reis Bey”, Mustafa Kutlu’nun “Mavi Kuş” ve İskender Pala’nın “Aşk Bir Zamanlar” isimli oyunlarını Şehir Tiyatroları’nın 2019-2020 mevsimi repertuarından çıkarmış. Gerekçe: İsrafı önlemek... Üç isim de “muhafazakâr” camiadan olmasaydı, bu gerekçeye belki inanabilirdik. Ekrem İmamoğlu’nun seçim kampanyası sırasında söylediklerine bakarak bazı şeylerin değişebileceğine inananların, daha doğrusu belediyeyi onun yöneteceğini zannedenlerin ümitleri boşa çıkacak gibi görünüyor.

Recep Tayyip Erdoğan, 1994 yılında Refah Partisi’nin adayı olarak girdiği seçimden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak çıkınca CHP’li başkanın arkasında bıraktığı devâsâ problemlerden ziyade Şehir Tiyatroları’yla nasıl başa çıkacağını merak etmeye başlamıştım. Çünkü bizde tiyatro başından beri ideolojik dönüştürme açısından en kullanışlı vasıtalardan biri olarak görülmüştür. Tek Parti döneminde Halkevleri ve Halk Odaları’nın ülkenin en ücra köşelerine kadar götürdüğü tiyatro sayesinde, “devrimci” seçkinlerin gelecek projesine uygun olarak üretilen yeni geçmişin halka benimsetilebileceği zannedilmiştir. Çünkü Batıcı seçkinler, halkın yaşanan gerçekle sanatın gerçeğini birbirinden ayıramayacağı, dolayısıyla tiyatroda ne verilirse kabul edeceği inancını taşıyorlardı.

***

Aslına bakılırsa, seçkinlerin tiyatrodan beklentileri sadece Cumhuriyet devrine has değildir. Tanzimat’tan sonra, tiyatro meselemiz halledildiği takdirde bütün meselelerimiz sona erecekmiş gibi bir hava yayılmış, her gösteride bir dizi ritüele sahne olan tiyatro ve konser salonları çağdaş “mabet”ler ve halkın “adam” edildiği mekânlar olarak görülmüştür. Türkiye’de tiyatroya damgasını vurmuş öncü şahsiyetlerden olan Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Âdâbı isimli broşürü bu bakımdan çarpıcı bir belgedir. “Eğlence yeri” değil, “büyüklerin mektebi” olan tiyatroya mümkün mertebe temiz elbiseler giyilip gürültüsüzce oturulur, “Perdenin açılacağını ihbar eden işaretten sonra, perde kapanıncaya kadar artık bir kelime bile konuşulmadan yalnız eser dinlenir.” Çünkü “Bir milletin bilgi ve anlayış seviyesi sanat eserlerine ve sanatkârlarına gösterdiği alâka ile ölçülür.”

Kelimenin tam mânâsıyla bir Tek Parti devri adamı olan Muhsin Ertuğrul, dayattığı bu “âdâb” ile, halkı, oyunu beğense de beğenmese de sessizce seyredip sonunda alkışlamak zorunda olan pasif bir seyirci konumuna düşürmüştü. Beğenmemek yasak! Sahnede ne söyleniyorsa doğrudur, ne veriliyorsa alacak ve alkışlayacaksın!

Resmî kültür politikasının vazgeçilmez unsurlarından biri olan opera ve bale için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Bu kurumlara yöneltilebilecek herhangi bir eleştiri, hassas bir noktaya iğne batırılmışçasına, şaşırtıcı bir öfke ve tepkiyle karşılanacaktır. Yazdığınız operanın konusunu Avrupa tarihinden alabilirsiniz. Alkış hazırdır. Osmanlı tarihinden alınmış herhangi bir hadiseyi yahut evliya menkıbelerini vb. işlerseniz, siyasî şartlar gerektiriyorsa “kerhen” sahnelenebilir, ama defterden silinmeyi göze alabilmelisiniz. “IV. Murat” ve “Karyağdı Hatun” gibi operalar yazdığı için rahmetli Okan Demiriş’in yaşadığı sıkıntıları kendisinden defalarca dinlemiştim.

HHH

Türk tiyatrocuları yabancı oyunlara bir başka tutkuyla bağlıdırlar. Birbirlerine “rol gereği” yabancı adlarla hitap ederken ayrı bir haz duyar, yerli yazarları ve oyunları genellikle “banal” bulurlar. Yerli bir oyunun sahnelenebilmesi için, yerli değerlerin aşağılanması gizli birinci şarttır. Tarık Buğra’nın hürriyet ve bağımsızlık için 1956 yılında kıyam eden Macar halkına bir saygı duruşu niteliği taşıyan “Ayakta Durmak İstiyorum” isimli oyunu Devlet Tiyatroları tarafından sahneye konulunca bir eleştirmen “Devlet Tiyatrosu ırkçı ve Turancı bir eser oynuyor!” diye yaygara koparmış, Kenter Tiyatrosu ise aynı yazarın “Akümülatörlü Radyo” isimli oyununu repertuarına aldığı halde, sol çevrelerin baskısı yüzünde sahnelemeye cesaret edememişti.

Tarık Buğra’nın “Yüzlerce Çiçek Birden Açtı” ve Necip Fâzıl’ın “Bir Adam Yaratmak” isimli oyunlarını emirle sahneye koymak zorunda kalan bir yönetmenin bu oyunlarla ilgili broşürlerde günah çıkarırcasına ve bir yerlerden özür dilercesine yazdıklarını da çok iyi hatırlıyorum: “Neden bu tür tartışmalı, çetrefil, su götürür, üstelik şaibeli oyunlar hep bana veriliyor acaba?” Bu cümle, bir psikolojiyi ve bir zihniyeti anlamak bakımından çok çok önemlidir. Aynı yönetmen, Necip Fâzıl’ın oyununu nasıl acımasızca budadığını, mistik muhtevasından nasıl uzaklaştırdığını da övünerek yazmıştı.

***

Bir tiyatro, hitap ettiği toplumu dönüştürmek amacıyla kurulmuşsa, ondan yıkmaya çalıştığı değerleri sahnesine taşıması beklenebilir mi? Muhafazakâr bir yazarsanız ve yazdığınız oyunlarda kendi tarihinize, kültürünüze, değerlerinize olumlu yaklaşıyorsanız yandınız! Yazdıklarınızın sahneye konulma şansı hemen hiç yoktur, isterseniz ağzınızla kuş tutun!

Evet, Necip Fâzıl, Mustafa Kutlu ve İskender Pala’nın oyunları repertuardan çıkarılmış. Emin olun, hiç şaşırmadım.

YORUMLAR (39)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
39 Yorum