Ramazanda tefsir okumak
Çok seneler önce, akşamları yatmadan Tecrid-i Sarih okumayı itiyad edinmiştim. Tecrid-i Sarih, dört temel hadis kitabının ilki olan İmam Buharî’nin külliyatının “muhtasarı”dır. İşe buradan başlayalım, muhtasar “ihtisar edilmiş, kısaltılmış” demek.
Kısaltma, çeşitli bahislerde tekrarlanan aynı hadisin teke indirilmesi şeklinde yapılmıştır. Velhasıl 12 ciltlik geniş bir külliyat.
TBMM 1925’te Kur’an-ı Kerim’in tercümesi, tefsiri ile Tecrid’in tercümesi ve şerhinin yapılmasını kararlaştırmış, Mehmed Âkif, Elmalılı Hamdi ve Babanzade Ahmed Naim’in isimleri üzerinde ittifak sağlanmış. Osmanlı’dan devreden dinî ilimlere hakkıyla vâkıf, aynı zamanda batı düşüncesi ve felsefesini bilen şahsiyetlerdir bunlar. Ahmed Naim’in ömrü ilk üç cildi tamamlamaya yetmiş, onun bıraktığı yerden müderris (profesör) Kâmil Miras Tecrid’in tercüme ve şerhini tamamlamış. Kâmil Miras, TBMM’de Kur’an-ı Kerim’in tercüme ve tefsir edilmesi fikrini ortaya atan ve önergeyi verenlerdendir.
12 ciltlik Tecrid okumalarım, bir yıldan fazla sürdü. Buna karşılık, aziz Peygamberimizi ve dönemini anlamak, olaylar, kişiler hakkında bilgi sahibi olmak ve bugüne de ışık tutan çözümleri kavramak, bir metni farklı yönlerden yaklaşarak mânalandırmak bakımından benzersiz yararlar sağladı.
Hadis metni, tercümesi, rivayet zinciri ile ilgili bilgiler ve nihayet şerh… Bu zor işin, 1920’lerde başlayıp, 1930’larda devam ettiğini ve son cildin 1948’de basılabildiğini, bu süre içinde Türkiye’yi yönetenlerin İslâm karşısındaki tutumlarında ciddi değişiklikler olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekiyor. Bu öyle bir değişim ki, Anayasa’da “Türkiye devletinin dini din-i islâmdır” ibaresinin kaldırılıp yerine ideolojinin (altı okun) konulmasına kadar gidiyor. Ahmed Naim’in değilse de Kâmil Miras’ın bu sert değişimin farkında olarak işi sürdürdüğü de metnin satır aralarından, rüşvet-i kelamlarından, çıkarılabilir.
Tecrid okumaları beni Elmallılı’nın tefsirini okuma konusunda yüreklendirmiştir. Nitekim birkaç defa teşebbüs etmişsem de birinci cildi aşamamışımdır. İşte bu ramazan, “azm ü cezm ü kasd ederek” Hak Dini Kur’an Dili’ni okumaya baştan başladım. (İnşaallah kısa sürede tamamlamayı Allah nasib eder.)
Konu ile ilgili bir sürü efsane dolaşıyor. Geçenlerde, eski üniversite rektörlerinden, değer verdiğim bir hoca, hem de Hamdi Yazır’ın hemşehrisi, Kur’an’ın tefsirini kendi cebinden verdiği paralarla Atatürk’ün yaptırdığını söylemesin mi? Hocanın yaşına hürmeten susma hakkımı kullandım. Bu TBMM’nin dindar vekillerinin bir çıkışıdır, arkasında ne hükümet ve ne de Gazi Paşa vardır. Hilafetin ilgasından sonra ortaya çıkan hoşnutsuzluk karşısında Cumhurbaşkanı ve Hükümet böyle bir durumu kabullenmek zorunda kalmıştır.
Kur’an-i Kerim’in tercümesinin İstiklâl Marşı şairi Mehmed Âkif’e verilmesi, onun da ısrarlar karşısında bunu kabullenmesi ve Mısır’da 6 yıl çalışarak meydana getirdiği müsveddeyi temize çektikten sonra, bu işten vazgeçmesi ve nihayet tercümesinin akıbeti az çok bilinir. Aslında tercümeyi üstlenen Âkif’le Tefsir’i yapacak olan Elmalılı Hamdi iş birliği içinde olacaktır. Âkif bilinen sebeplerle (başta tercümesinin Kur’an yerine konup namazlarda okunması ihtimali) vazgeçince, tercüme işinin de Elmalı tarafından yapılması istenmiş, Elmalılı bu işi kabullenmek zorunda kalmış ve fakat, tercüme değil “meal” hazırlayacağını belirtmiştir. İşte sonraki yıllarda ortaya çıkan ve son senelerde furyaya dönüşen Kur’an meallerinin başlangıç noktası budur. “Furya” tabirini bilerek kullandım, zannediyorum meal sayımız şu sıralar 500’lere ulaşmıştır! Bunların içinde ciddi, güvenilir olanlar bulunduğu gibi, asılsız astarsız olanları da az değildir ve eski Diyanet reislerinden birisi “yetkim olsa birçok meali yasaklardım” demek zorunda kalmıştır.
Elmalılı Hamdi, Tefsir’in başında tercüme ve meal konusunu uzun uzadıya ele alır. O zamanlar tercüme bir tarafa bazılarının “Türkçe Kur’an” söyleyişi karşısında “Türkçe Kur’an mı var behey şaşkın!” demek zorunda kalır.
Türkiye’de 1960’larda, 1970’lerde bir “mealcilik”tir almış yürümüştür. Elmalılı’nın cümleleri konuya ta o zamandan açıklık getirir: “Öylelerini görüyoruz ki Kur’an’ı anlamıyor ve tefsirlere müfessirlerin tevilleri karışmıştır diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiş olacağını iddia ediyor, düşünemiyor ki okuduğu tercümeye âlim müfessirlerin tevili değilse, câhil mütercimin reyi ve tevili, hatası, noksanı karışmıştır.”
Elmalılı, “mealcilik” akımı daha ortada yokken, işin esasını ortaya koymuş. Her tercüme, meal, yapanın, hazırlayanın ilmi, dil gücü, zihnî kudreti ve niyeti derecesinde hatadan, noksandan beri olur. Buna rağmen piyasada “bize Kur’an yeter” diyen, fakat ancak mevcut meallerden birini okuyabilenlerin şamatasından geçilmiyor. Bazıları da kendi meallerin öne çıkararak bu akıma dahil oluyor.
Meal de okunur elbette, ancak ciddi bir seçmeden sonra bu yapılabilir. Hangi meal olursa olsun, denilemez. Mealin yeri bellidir, Kur’an hizasına yükseltilemez ve mealden dinî ahkâm çıkarmak kat’iyen doğru bir yaklaşım olamaz. Din ilimlerinin usûlleri vardır, bu usûllere vâkıf olmayanların ahkâm kesmesi kabul edilemez. Mealdense, güvenilir bir tefsir okumak daha faydalı ve ufuk açıcı olur. Şu itiraz hakkındaki fikrimizi de söyleyelim: Kur’an anlaşılmak içindir. Elbette Kur’an anlaşılmak içindir. Bırakın Kur’an’ı, herhangi bir metni dahi herkes aynı ölçüde anlayabilir mi? Mevlâna, “okuyan aklı miktarınca anlar” diyor. Aklımız, bilgi birikimimize göre anlarız. Hz. Peygamber’in anladığı seviyeye kim ulaşabilir?
Onun halifelerinin, ashabının anlamaları ile zamane insanının anlaması arasında fark olmaz mı hiç?