Güç, servet, şöhret ve cinsellik açmazında ahlâki tutarlılık sınavı

Habertürk’ün genel yayın yönetmeni ve ekran yüzünün, uyuşturucu kullandığı; televizyon çalışanları üzerinde mobing, cinsel istismar, çoklu cinsel ilişkilere zorlama ve uyuşturucu kullanımını teşvik yoluyla dejenere bir yapı kurduğu suçlamasıyla gözaltına alınması ve ardından hakkındaki tanık ifadelerinin ve uyuşturucu test kanıtlarının iddiaları doğrulamasıyla açığa çıkan skandallar dizisi, günlerdir medyanın gündemini işgal ediyor.

Hemen her zaman benzerlerinin ülkemizde cereyan ettiğini bildiğimiz bu çarpık ilişkiler tablosunu ilginç kılan ve kamuoyunun gelişmelere daha fazla odaklanmasına neden olan şey; yaşanan olayların merkezinde yer alan ve onlarla bağlantılı oldukları ileri sürülen medya, sanat ve bürokrasi figürlerinin önemli bir bölümünün dini ve muhafazakar kökenden gelen ya da “imam hatip” eğitimi almış kişiler olması...

Konu makro ölçekte değerlendirildiğinde skandal kapsamında yaşananlar; dindar ve muhafazakâr kadroların haramdan sakınma, gösteriş ve israftan uzak kalma, ahlâklı ve ilkeli yönetimi hayata geçirme iddialarının gerçekte ne denli kırılgan ve tartışılır olduğunu; iktidar şartları doğduğunda, dayandıkları zeminin nasıl kaydığını ortaya çıkaran somut ve dikkat çekici bir örnek oluşturuyor.

Öncelikle, burada skandalın merkezinde ve çevresinde yer alan kişilerin özel hayatlarını ve kişisel patolojik hallerini mercek altına alarak sosyal yargılamaya tabi tutmaktan ve kendilerini linç öznesine dönüştürmekten özellikle uzak durmamız gerektiğini belirtelim. Bu hassasiyetle bakıldığında yaşananların, ‘ahlakçı siyaset’ söylemiyle iktidar pratiği arasındaki gerilimin açığa çıktığı sosyal-siyasal bir semptom ve tezahür alanı olarak değerlendirilmesi gerekir.

Bu yaklaşımdan hareket ederken, iktidar sürecinde muhafazakâr kadroların “topyekün ve mutlak bir biçimde dejenere olacakları” yönünde genellemeci bir yargıya varmak elbette doğru değil. Ancak, belki iktidar alanına çıkanların bir kısmının zaten baştan güç kullanma arzusuyla dolu ve statü hırsına daha yatkın kişiler olması, bizi bu konuda mutlakçı genellemelerden uzak tutar.

-İktidarın Nimetlendirme Zemini; Haz ve Güç Araçlarına Erişim Fırsatı:

Türkiyede muhafazakâr siyaset, iktidarın dışında kaldığı uzunca süre içinde meşruiyetini; “ahlaki üstünlük, mazbutiyet, haramdan ve israftan kaçınma ve öte dünyada hesap verme” tezlerine dayandırdı. Bunun temelinde, inanç değerleri, dini hassasiyetler ve bunların bir cemaat yapısı ve siyasal kimlik tanımı içinde, dâva bilinciyle ortak bir davranış normuna dönüştürülmesi ve temsil edici bir ahlak sistemi haline getirilmesi yatıyordu.

Medyanın dikkat odağına yerleşen skandal kapsamındaki olayların, tek başına “kişilerin ahlaksızlığı” veya “muhafazakârların ikiyüzlülüğü” ile açıklanması, indirgemeci ve eksik kalan bir değerlendirme olur.

Burada odaklanılması gereken olgu, biyolojik/fizyolojik güdüler ve insanın ruhsal gerçekliği ile “ahlaki-dini-ideolojik” anlatının (basit deyimiyle “dâva” söyleminin); iktidarın elde edilmesi, prestij ve haz araçlarına erişim, servet edinme ve denetimsizlik şartları altında nasıl çözüldüğü, birbirinden koptuğu ve kendi dinamikleriyle hareket eder hale geldiğidir.

İnanç temelli ve muhafazakâr kökenli ahlâk anlayışının değişim çizgisine, “yoksunlukta ahlak–erişimde çözülme” diyalektiği açısından bakmak, bize açıklayıcı bir çerçeve sunar:

Toplumsal değişim süreçlerine ve davranışları şekillendiren psikososyal dinamiklere baktığımızda; düşük gelir, haz ve konfor araçlarına düşük erişim, kapalı çevre, güçlü cemaat denetimi, sınırlı ilişki ağı ve zayıf sosyal hareketlilik şartlarında ahlâk; içsel bir erdemden ve irade hakimiyetinden çok, kendisini belirleyici ve denetleyici ögelerin ve harici değişkenlerin içselleştirilmiş hali olarak işlev görür.

Burada ahlâki davranışın, “fırsat yokluğu,” “görünürlük korkusu” ve “topluluk/cemaat denetimi” şeklinde üç gizli dayanağı ve belirleyeni kaşımıza çıkıyor. Bu tür bir yoksunluk ve kontrol ortamında, davranış ve inisiyatif alanı zaten daraltılmış olduğu için, kişi gerçekten “ahlâklı” mı, yoksa “ahlaksız” biri mi sorusunu sormanın pek bir anlamı olmaz. Çünkü, henüz ahlâk testinden geçeceği şartlar oluşmamıştır.

Yoksunluk döneminde, güç ve prestij sergileme, otorite kullanımı, cinsellik, haz arayışı, gösteriş, ego tatmini, maddi doyum gibi tutku ve eğilimler; ahlaki söylem, ideal normlar ve dâva kimliğinin yüklediği etik davranış sorumluluğu mekanizmalarıyla bastırılmıştır. Ancak bu bastırılma, söz konusu tutku ve eğilimleri yok etmez; sadece erteler, bilinç altına iter ve “fantezi alanına” hapseder.

İktidarla birlikte, güç, sermaye, statü ve şöhrete erişildiğinde, bir anda; fırsat alanı genişler, görünürlük yönetilebilir hale gelir; “cemaat denetimi” yerini “kurumsal korumaya” bırakır, toplumsal ahlâk kaygıları ve hukuki engeller eldeki maddi araçlar ve ilişki ağlarıyla aşılabilir hale gelir. Yani ahlâkın üzerinde yükseldiği toplumsal-siyasal zemin ve ahlaki bileşenlerin oluşturduğu denge durumu değişir. Ahlaki söylem aynı kalır, ama onu taşıyan yapısal destekler çözülür.

Sonuçta farkına varılır ki, içsel erdem ve irade gücüyle kontrol edilmeyen muhafazakâr-inanç temelli ahlâk, aslında çok boyutlu bir dış denetim mekanizmasıyla ayakta duran bir paravanmış.

Erişim engelinin kalkması ve kişinin biyolojik güdüleriyle karşı karşıya kalması; bir “özgürlük anı” değil, bir ahlâki sınavdır. Eğer ahlâk içselleşmemişse; biyolojik dürtüler yönlendirici hale gelir, haz ve güç arayışı hızlanır, sınırlar esnemeye başlar. Bu çözülme çoğu zaman ani değil, kademeli olarak cereyan eder. Önce pişmanlık doğuran “küçük ihlaller,” sonra meşrulaştırıcı tezlerle desteklenen “normalleşme süreci,” ardından alışkanlık ve bağımlılık döngüsüyle vazgeçilmezliği getiren “sistematikleşme” aşaması ortaya çıkar.

Ahlâki davranışın emirlerle, günahtan sakınmanın yasaklarla, erdemin itaat ve sadakatle sağlandığı, cemaat üyeliği veya siyasi parti kimliği sunan yapılar; iç vicdani dayanaklardan beslenen “özerk” (otonom) ahlâki standartlar geliştiremezler; harici faktörlere bağlı ve çevresel şartların ürünü “dışa bağımlı” (heteronom) ahlâki normlar üretirler. Empati ve içselleşmiş etik zayıfsa, davranış dış denetime bağımlı hale gelir. Bunun sonucunda, çevre şartları, dış denetim mekanizması ve mahalle baskısı varsa ahlâki davranış sergilenir; yoksa davranışlar çözülür. Bu yüzden iktidarın getirdiği nimet ve imkânlar, bu tip yapılarda ahlâki çöküşü hızlandırır.

Özetle, “günâha yönelmek,” fiili durumda çoğu zaman “inanç” meselesi olmaktan çok “imkân” meselesidir.

-Biyolojik/Fizyoljik Gerçekliğin Dinamikleri ve Bireysel Eğilimler:

“İçki, uyuşturucu, zina, çoklu ilişki, haz odaklı yaşam biçimleri” gibi dini inançlarda “haram/günah” kategorisine alınmış davranışların ortaya çıkışını yalnızca “inançsızlığın sonucu” olarak açıklamak, hem dinler tarihinin hem sosyal hayat pratiklerinin gösterdiği üzere indirgemeci bir yaklaşım olur. Çünkü bu tutum ve davranışlar, “yüksek inanç beyanı” olan kişilerde de görülebilirken; tersine, “düşük inanç beyanı” olan kişilerde hiç görülmeyebilir.

İnsanlar, neden dini inançlarına rağmen, haram ve yasak davranışlara yönelirler?

Çocukluktan itibaren sıkı dini eğitim ve terbiye almak; ayrıca “öte dünyada hesap verileceği” inancına sahip olmak, elbette kişiyi önemli ölçüde haramlardan uzak tutar. Ama, dini telkinin tek başına yasaklı fiilleri “kesin biçimde önleyeceği” varsayımı gerçekçi değildir. Telkin, kural üretir; ancak karakter geliştirmesi garanti değildir.

Bu gerçeği şu tespitler ışığında açıklığa kavuşturabiliriz:

-Günahı engelleyen mekanizma daha çok akıl, muhakeme, irade ve karar verme ile ilgilidir. Bu, rasyonelleştirme sağlayabilir, günah veya ahlâk dışı eğilime “dur” diyebilir veya davranışı erteleyebilir.

Günâha yönelten mekanizma ise biyolojik/fizyolojik haz sistemi, beyinde “dopamin deşarjına” bağlı ödül mekanizmasıyla ilgilidir. Bu mekanizma üzerinden çalışan haz, arzu, merak, risk alma ve çabuk tatmin arayışına dayalı “ödül beklentisi,” kişiyi arzulara boyun eğmeye yöneltir.

-İnançlı kişi ile inançsız kişi, biyolojik ödül sistemi ve haz alma açısından aynı tür bedene sahiptir. Bu yüzden “günah işlememe,” yalnızca inançla değil; psişik olgunluk, karakter sağlamlığı, dengeli muhakeme, özdenetim gücü ve çoğu zaman uygun çevresel düzen ile mümkündür.

-İnanç sisteminde, “günahın negatif getirisi” (uğranılacak ceza) ve “sevabın pozitif getirisi;” “manevi” temellidir ve öte dünyada gecikmeli olarak muhasebeleştirilecek ve tahsilat hanesine yazılacaktır.

Oysa biyolojik sistemde, yasaklı davranışın ödülü ise anlıktır. İçki, uyuşturucu, cinsellik, güç kullanımı, gösteriş, maddi kazanım gibi eylemlerin sağladığı haz, bedenseldir ve hemen şimdi yaşanır.

Dolayısıyla, “anlık ödül” ile “gecikmeli ceza-ödül” karşı karşıya geldiğinde; kişi bilinç ve irade gücüyle davranışlarını kontrol edemediği takdirde, fizyolojik haz ve kazanım dürtüsünün güdümü altında hareket eder.

Haram ve günah kategorisindeki eylemlerden sakınmayı emreden dini telkinler ve yasakların caydırıcı etkisi; onları fiilen mümkün kılan erişilebilirlik ve yaygınlık şartlarının cezbedici etkisine kıyasla daha sınırlı kalabilmektedir. Bunu, genelde güç ve zenginlik aşamasında, dini grupların ve cemaatlerin inanç ve öğretilerden sapma eğilimlerini ortaya koyan tarihsel pratiklerde olduğu gibi; özelde ülkemizde muhafazakâr iktidar dönemlerinde sıkça karşılaştığımız skandal niteliğindeki olaylarda da görebiliyoruz.

Habertürk örneğinde gördüğümüz üzere, bu tür skandallar neden hep medyada, dini cemaatlerde ve siyasi yapılarda görülür? Çünkü, bu alanlardaki iktidar yapıları; güç merkezleşmesine dayalı kapalı hiyerarşiler barındırır, hızlı yükseliş sağlar, şöhret üretir, dış eleştiriye kapalıdır ve iç denetim mekanizmaları zayıftır. Yani ahlâk iddialarının yüksek olmasına karşılık; denetim kapasitelerinin düşük ve eleştiriye kapalı olmaları, sürekli skandal üretmelerine uygun bir zemin oluşturur.

Bu, sadece dindarlığa veya muhafazakârlığa özgü değildir. Ahlâkı, “kimlik” ve “meşruiyet aracı” haline getiren tüm yapıların karşı karşıya olduğu evrensel bir eğilimdir.

“İnancın, davranışı kesin olarak tek başına belirleyemeyeceği” olgusundan hareket ettiğimizde; “ahlâksızlık” ile “inançsızlık” arasında bir eşitlik kurma yerine; insan tabiatı ile sosyal yapı ve fırsat düzeni arasındaki etkileşimi dikkate almamız gerekir. Bu durumda, “muhafazakâr söylem,” biyolojik dürtüleri ‘yok’ sayarak değil; onları tanıyıp kurumsal ve kişisel özdenetim mekanizmalarıyla yöneterek tutarlı kalabilir.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.