Modern dünyanın kökenleri
[Batı Avrupa’da Müslümanların ve Yahudilerin yok edilmesi]
Batı Avrupa’da, 11. ila 16. yüzyıllar arasında Katolik Kilisesi, aforoz etme, dini hizmetleri yasaklama ve görevden alma tehditleriyle kralları, Batı Avrupa’da yaşayan Müslüman, Yahudi ve Katolik olmayan herkesi sistematik olarak yok etmeye mecbur etti.
16. Yüzyılın ortalarında Portekiz, İspanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Macaristan’da tek bir müslüman ve yahudi cemaat kalmamıştı.
Katolik Kilisesine göre bu sayede Batı Avrupa “sapkın din ve mezheplerden” arındırılmıştı.
Daha sonra Batı Avrupa’da görülmeye başlanan Yahudiler, Katolik Kilisesinin gücü ve etkisini azalınca, Doğu Avrupa'dan göç etmiş Yahudilerdir.
Müslümanların Batı Avrupa’ya girişleri çok daha geç: 20. yüzyılın ikinci yarısı.
“Modern Dünyanın Kökenleri” Koç Üniversitesi'nden Prof. Dr. Şener Aktürk’ün yazdığı çok ödüllü bir kitabın adı.
Soru ve cevaplarla bu kitabın içeriğini öğrenmeye en zor soruyla başlayalım:
Hristiyanlığın diğer mezheplerine mensup olanlar da Katolikler tarafından katledildi mi?
Evet.
Katolik olmayanlara önce “sapkın inanç sahipleri” etiketi yapıştırıldı ve sonra katledildiler.
Bugünkü Fransa’nın, İspanya’ya yakın güney batısında yaşayan ve Katolik mezhebine mensup olmayan; aynı zamanda Katolik Kilisesi'nin otoritesini reddeden KATHAR’lar adında bir halk yaşardı.
Kilise kayıtlarına göre Kathar Cemaati, 13. yüzyılda, geride hiçbir iz bırakılmayacak şekilde topluca imha edilmiş.
16. Yüzyılın sonlarında Portekiz, İspanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Macaristan’da sadece müslüman ve yahudiler değil aynı dönemde, Katolik olmayan Hristiyan cemaatler de yok edilmişti.
Soru: Katharlar ve Yahudileri anladık, peki Batı Avrupa’da Endülüs hariç müslüman yaşıyor muydu?
İngiltere hariç diğer bütün devletlerde müslüman azınlıklar yaşıyordu.
Sicilya’da, 965 -1072 tarihleri arasında hüküm sürmüş Sicilya İslam Emirliği devleti yıkıldıktan sonra da Müslümanlar, Sicilya’da yaşamaya devam etmişler.
1220 yılında İtalya içlerindeki Lucera şehrine toplu olarak tehcir edilinceye kadar 600 bin olduğu tahmin edilen Sicilya nüfusunun çoğunluğunu müslümanlar oluşturuyormuş.
Zamanla, Lucera’ya tehcir edilmiş nüfus ya katledildi ya da zorla Katolikleştirildi ve dini-etnik temizlik tamamlandı.
Kilise niçin daha önce değil de 11. yüzyıldan sonra bu kadar güçlenmişti?
11. Yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da küçük küçük ve bir kaç yüz devletçik oluştuğu için, tabir caizse, Kilise meydanı boş bulmuştu.
Bu otorite boşluğunu fırsata çeviren Kilise 11. yüzyılın ortalarında “Gregoryen Devrimi” olarak adlandırılan bir dizi kararlar almıştı.
Aldığı en önemli karar: Kilise’nin, “Tanrının iradesine boyun eğmeyen Kralları” görevden alabileceği ve yeni krallar atayabileceği kararıdır.
Gregoryen Devriminden sonra Katoliklik, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu olarak hem Roma İmparatorluğunun merkeziyetçi kurumunu, hem de Tanrının onlara verdiği (!) devletler üstü yetkiyi kullanmaya başlamışlardı.
Amaç: Alternatifsiz bir şekilde Hristiyan hakikatini herkese kabul ettirmek.
Böylece Kilisenin kararlarına uymayan kralları “önce aforoz” ediyor, istenen sonuç alınamazsa, bu defa “yasaklar” getiriliyordu.
Yasaklama (interdict): Vaftiz, günah çıkarma, evlilik ve cenaze/defin hizmetlerini durdurmak.
İngiltere’ye kızan Papa İnnocentius 1208 yılında, altı yıl sürecek “yasaklar”ı devreye sokmuştu.
Bu yasaklar, Kral John’un, resmen Papalık Vassalı olmayı ve 1.000 Mark altın bağışlamayı ve haçlı seferlerine katılmayı kabul etmesi karşılığında sona erdi.
“Aforoz ve Yasaklama”nın da işe yaramadığı durumlarda, bu defa, krala karşı haçlı seferleri organize edilip ‘söz dinlemeyen kral’ devriliyor ve malı mülkü yeni atanan krala aktarılıyordu.
Bu gerçeklik karşısında, Kralların başka şansı yoktu “ya Kiliseye boyun eğip dini azınlıkları yok edecekler veya kendileri yok olacaklardı.”
Soykırım niçin yaklaşık 500 yıla yayılmış?
Doğruyu söylemek gerekirse Kralların çoğu bu soykırıma karşıydılar.
Çünkü müslüman ve yahudi teba çiftçilik, muhafız alaylarında okçuluk, çarşılarda ticaret vs. gibi yararlı işler yapıyorlardı.
Bu azınlıklar köle değildi fakat Hristiyanlar kadar haklara da sahip değildi. Bir bakıma krallara ait yedek bir servet görevi görüyorlardı.
Acıma ve merhametin timsali olması gereken Ruhbanların, bu soykırım emirlerini vermesi inanılmaz geliyor; peki, Kilise bu insanları öldürmeyi nasıl meşrulaştırıyordu?
Ötekileştirerek.
Dehümanizasyon yaparak: Dehümanizasyon, insanı insan olmaktan çıkaran teolojik ve felsefi düşünce metodolojisi.
Bu fikirlerin kökenleri Thomas Aquinas üzerinden ta Aristo’ya kadar uzanır.
Katolikler, katlettirdiklerini önce insanlıktan çıkarmışlar.
Nasıl?
“İnsan akıllı bir varlıktır; sadece akıllı varlıklar hakikati kavrayabilir; aklını kullanarak hakikati kavrayanlar da Hristiyan olur; aklını kullanamayan ve hristiyan olmayana insan denemez.”
“Müslüman ve Yahudiler akıllarını kullanıp hakikati kavrayamadıkları yani Hristiyan olamadıkları için akıl sahibi değiller.”
“Aklı olmayan veya aklını kullanamayan varlıklara yani hristiyan olmayanlara insan denemez.”
“İnsan olmayan yaratıkları katletmek de cinayet sayılmaz.”
Amerika ve Afrika'daki katliam ve soykırımlar da bu “dehümanizasyon” fikrinden mi kaynaklanmış?
Evet.
Dinsel mantıkla oluşturulmuş bu fikri yapı ve soykırım metodolojisi daha sonra Amerikan yerlilerinin soyunu kurutma sürecinde, Afrika ve Asya’daki katliamlarda da kullanıldı.
Sanıldığı gibi soykırım ve etnik temizlik düşüncesi, Nazizm, Faşizm ve Komünizm ideolojisinin veya modern zamanların bir yan çıktısı değil kökü derinlerde olan bir üstünlük ideolojisidir.
Modern zamanlarda soykırımlarının motivasyonu değişmiş görünüyor fakat formatı ve yapısı aynı: Din yerine ırk; dini ruh yerine ulusu saflaştırmak; vatandaşlık yerine kan bağı gibi; amaçlarda bir dönüşüm var gibi fakat kök sebebin kurgusu aynen korunuyor.
Görülüyor ki Soykırımlar, modern dönemlerde ilk defa ortaya çıkmış bir olgu değil.
Katoliklik Teolojisi, dünyada yaşanan soykırımlar serisinin ilk laboratuvarı sayılır, dense yeridir.
Filistin'de yaşanmakta olan soykırımın da kökü benzer üstünlükçü dini anlayışlardır.
Bugün İsrail toplumuna enjekte edilmek istenen en önemli inanç “Filistinlilerin insan olmadığı” inancıdır.
Bu sayede askerler “gönül rahatlığıyla” katliam yapabiliyor.
Bütün İslam tarihinde, dini azınlıklara karşı zaman zaman yüksek vergi ve kötü muamele niteliğinde siyasi cezalandırmalar yaşanmış olabilir fakat tüm bu yapılanlar Katolikliğin “dehümanizasyon”u benzeri bir seviyeye çıkmamıştır.
Çünkü İslama göre, azınlık dinlerini yok saymak ve azınlıkları baskıyla islamlaştırmak yasaktır.
İslam, dini azınlıkları hiç bir zaman kendisine karşı ontolojik bir tehdit olarak görmemiştir.
Yani İslam tarihinde 11. ve 16 yüzyıl Batı Avrupa benzeri bir durum hiç yaşanmamış mı?
Hayır; yaşanmamış.
Tarih boyunca İslam toplumlarında “siyasi ve icrai gücü olan bir din adamları sınıfı” oluşmamıştır.
İslamı temsil ettiklerini iddia eden din adamları dahil hiçbir güç, Katoliklerde olduğu gibi, din adına devletlere ve krallara hükmedememiştir.
Tam tersine din adamları devletin emrinde eğitim, hukuk ve din hizmetleri veren kurumlarda çalışmışlardır.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Şeyhülislamlık Makamı bu bakımdan mütevazı birer kamu kurumu niteliğindedir.
Bütün sünni dünyada da durum benzerdir.
Bu konudaki tek istisna devrim sonrası İran’dır.
İran’da dini lider Sayın Ali Hamaney, seçim ve denetlenme baskısı hissetmeden, yetkisini bir başkasıyla paylaşmadan ülkeyi, hem bir devlet başkanı gibi hem de dini bir lider gibi yönetiyor.
Sayın Ali Hamaney, devleti yönetmenin yanı sıra en yüksek dini merci olarak kutsal kabul edilebilecek başka görevler de icra eder.
Özet: Türkiye’de devlet, dinin sahibidir; İran’da din, devletin sahibidir veya Türkiye’de din devletin hizmetinde ve İran'da devlet dinin hizmetindedir.
İran’daki dini lider ve din adamlarının mutlak otoritesi ve mevcut kurumsal yapı, ortaçağdaki Katoliklik Kurumuna biraz benziyor.
Not: İran benzerliği bu kitapta yer almıyor. Anlaşılırlığı artırmak amacıyla verdiğim örnek, dini kurumların bazı şekli benzerlikleri hakkındadır; umarım maksadını aşmamıştır.
Bilgi: 11. yüzyıl ile 16. yüzyılda gelişen diğer başlıca gelişmeler:
Önce Avrupa içlerine, ardından da İslam dünyasına karşı 9 haçlı seferi yapılmıştır.
Engizisyon mahkemeleri de bu dönemin ürünü ve sonucudur.
Rönesans’ın da bu dönemde ortaya çıktığı doğrudur.
Özel sermayenin kutsallığı ve gelecekte endüstri devrimini tetikleyecek olan sermaye birikiminin hukuki ve sosyal temelleri de bu dönemde atılmıştır.
Önümüzdeki günlerde “sermaye birikimi” konusunda Batı Avrupa ve Osmanlı örneklerini karşılaştırmalı olarak inceleyen bir köşe yazısı yazmayı planlıyorum.
PARADİGMA DEĞİŞTİRİCİ, İKON KIRICI, BAŞYAPIT
Değerlendirdiğimiz kitabın özü, daha önce bir makale olarak “NOT SO INNOCENT” başlığıyla, HARVARD Üniversitesi’nin “International Security” adlı dünyaca ünlü ve itibarlı dergisinde yayınlanmıştı.
Yazar, daha önce başvurduğu dergilerin bu paradigma değiştirici makaleyi yayınlamayı kabul etmediklerini ve bu red edişlerin kendisini karamsarlığa sürüklediğini ifade ediyor.
Makale yayınlandıktan sonra, o kadar ilgi gördü ki, dünyada daha önce soykırım teorisi hakkında yapılan yayınlar ya “yanlışlanmış” oldu veya “tashih edilmesi zorunlu” hale geldi.
Bir ingiliz eleştirmen, Edvard W. Said’in efsane ORYANTALİZM adlı kitabı için “eski ikonları kırarken kendi ikonlarını inşa ediyor” demişti.
Kitabın yazarı Prof. Dr. Şener Aktürk de soykırımın kökenleri konusunda oluşmuş bütün algıları ve yargıları, tabir caizse yerle bir ettikten sonra kendi hakikatini evrensel bir doğru olarak ortaya koyuyor.
Ekler hariç 111 sayfa olan bu kitap, bir oturuşta okunacak kadar akıcı bir dille yazılmış.
Bu kısalığına rağmen kitap, daha şimdiden konuya vakıf olanlar tarafından bir “başyapıt” muamelesi görüyor.
Evet bu kitap bir başyapıt.
*Paradigma Yayınları, Modern Dünyanın Kökenleri
Batı Avrupa’da Müslümanların ve Yahudilerin yok edilmesi, 2025
