Sezai Karakoç’un ardından

Edebiyat ve fikir dünyamızdaki müstesna yerine dair birbirinden kıymetli yazılar çıktı, çıkıyor.

Sezai Karakoç’la kişisel serüvenime dair bir yazı yazmam mazur görülebilir.

Böylesi geliyor içimden.

***

İsmini ilkin Develi İmam-Hatip Lisesi yıllarımda (1980-82) Akıncı abilerden duymuş olmalıyım.

Ama Sezai Karakoç’un hayatıma girişi 1983’te, Gebze’de oldu.

15 yaşındaydım.

Gazete manyağıydım.

Harçlığımın çoğunu gazetelere harcardım.

Bazı günler iki üç gazete birden alırdım, bunlardan bir tanesi muhakkak Milli Gazete yahut Yenidevir olurdu.

Az param olduğunda mecburen Son Havadis’e talim ederdim, çünkü diğer gazeteler 20 lirayken Son Havadis 10 liraydı.

Cebim şişkin olduğunda hiç üşenmeden banliyö treniyle Haydarpaşa’ya gider, oradan vapurla Karaköy’e geçer, oradan metroyla Beyoğlu’na çıkar, Beyoğlu’nda yabancı gazeteler satan bir kitabevinden evvelki günün Frankfurter Allgemeine’sini alırdım.

Frankfurter Allgemeine siyah-beyazdı.

Birinci sayfasında zinhar resim olmazdı Frankfurter Allgemeine’nin.

Bunlar nedense saygı uyandırırdı bende.

Sonra günlerden bir gün Gebze çarşısında müdavimi olduğum gazete bayiinde ne göreyim?

Cama boydan boya asılmış yeni bir gazete; renk cümbüşü yok, resim yok, ciddi mi ciddi.

Adı: Diriliş.

Heyecanla aldım.

Gazetenin tek yaprak / iki sayfa olduğunu fark edince neye uğradığım şaşırdım ama uğradığım şeyi çabucak benimsedim.

Buram buram idealizm kokusu geldi burnuma.

Birinci sayfada Türkiye ve dünyadan süzme haberler ve Sezai Karakoç imzalı başyazı.

İkinci sayfada Sezai Karakoç imzalı şiirleri ve Diriliş Yayınları’nın ilanları.

Entelektüel İslami bir hava.

Ben de kendimi entelektüel adayı olarak görüyordum; ‘Tamam,’ dedim, ‘benim gazetem bu artık!’

Diriliş Dergisinin eski sayılarıyla ilgili bir ilan da vardı.

Parasını zarfa koyup iki veya üç sayı sipariş ettim.

Birkaç gün sonra geldi dergiler.

Şiirler, hikâyeler, fikir yazıları.

Ağırbaşlı bir dünya.

Rafine bir ‘İslamcı’ literatür.

Okuduklarımı anlamakta zorlansam da bunların fevkalade kıymetli olduğuna aklım erdi ve kaderimi bu satırlarda aramam gerektiği gibi bir hisse kapıldım.

***

İstanbul Cağaloğlu, Üretmen Han, Ekim veya Kasım 1987.

Eserleriyle tanıdığım Sezai Karakoç’u şahsen de tanıma zamanı.

Üstadı ziyaret etmek istediğimi söylediğim bir arkadaş ‘Bunu tavsiye etmem. Falancayı şöyle terslediği, filancayı şöyle azarladığı anlatılıyor’ demişti ama ben hiç oralı olmamıştım.

‘Falanca ve filanca ile bir derdi olabilir, beni hiç tanımıyor ki benimle bir derdi olsun’ demiştim.

Ve işte Diriliş yazıhanesinin kapısındaydım.

Kapının önünde açık ve ıslak bir şemsiye…

Arkadaşın dediğini hatırlayıp her ihtimale karşı beklemeye karar verdim; içeride misafir varsa gitsin de ben sonra gireyim, azarlanacaksam da başkasının önünde azarlanmayayım diye.

10-15 dakika koridorada dolanarak oyalandım.

Nihayet yazıhaneden bir adam çıktı, şemsiyesini alıp gitti.

Bismillah deyip kapıyı tıklattım, açtım.

Sezai Karakoç yazı masasının başında oturuyordu.

Karşısında iki boş koltuk vardı.

Kapıda durarak “Selamun aleyküm, sizinle tanışmak için geldim” dedim.

Kim olduğumu sordu, “Hakan Albayrak” dedim.

Nereden geldiğimi sordu, “Ankara’dan” dedim.

Öğrenci olup olmadığımı sordu, “Değilim” dedim.

Ne iş yaptığımı sordu, “Çalışmıyorum” dedim.

Niye çalışmadığımı sordu, “Aslında çalışıyordum, daha yeni işsiz kaldım” dedim; “Zaman Gazetesindeydim. Nabi Avcı ve arkadaşları kovuldu. Ben de Nabi Avcı’nın ekibinden olduğum için ayrılmak durumunda kaldım.”

“Peki, hoş geldiniz” dedi, elini uzattı.

Yanına gidip elini sıktım.

Sonra dönüp kapıyı kapattım ve boş koltuklardan birine oturdum.

Üzüntü ve şaşkınlıkla “Demek bizim arkadaşları kovdular” dedi. (Aynen böyle: “Bizim arkadaşlar”.)

Bunun niçin ve nasıl olduğunu sordu, bildiğim kadarıyla anlattım. (Çok da bir şey bilmiyordum. Şimdi bildiklerimi o zaman bilseydim “FETÖ darbesi” derdim ve başka izaha gerek kalmazdı.)

15-20 dakika sohbet ettik.

O zamanlar yayında olmayan Diriliş’i dergi olarak yeniden çıkarmaya hazırlandıklarını söyledi.

Gençtim, cahildim, müsvedde namzedi bile olmayan şiirlerimi bir şey sanıyor ve usul adab bilmiyordum; Diriliş’e şiir vermeyi teklif ettim, iyi mi?

Halden anladı, olgunluk gösterdi, bozmadı beni.

‘Bizim için arkadaşlık önce gelir. Buraya gelip gidersin, birbirimizi iyice tanırız, arkadaşlarımla da birbirinizi iyice tanırsınız, sonra arkadaşlık edip etmeyeceğimize karar veririz ve arkadaş olursak şiirlerin hakkında o zaman konuşuruz. Beraber okuyup değerlendiririz, belki sana bazı önerilerde bulunuruz. Arkadaşlar uygun görürse şiirlerini dergiye de koyarız’ dedi.

Öyle incelik gösterdi ki, gönlüm kırılmasın diye şunu da ekledi: “Belki de sen bizimle arkadaş olmak istemeyeceksin.”

Nasıl istemezdim?

Ama koca Sezai Karakoç’la arkadaşlık tabii ki haddim değildi.

Onun talebesi olabilirdim ancak.

Ve yanına çok gidip gelmedimse de oldum talebesi.

En azından ben kendimi öyle gördüm, öyle görüyorum.

***

En çok İslam Birliği derslerinden etkilendim Sezai Karakoç’un.

O dersler içinde en çok “Dicle-Fırat Federasyonu” dersinden etkilendim.

Ve o derste en çok Dicle ve Fırat’ın çağrısı bahsinden etkilendim.

İslam ülkeleri için “başkalarınca yutulmamaları için birleşerek büyümeleri”nden başka kurtuluş yolu olmadığını ama İslam Birliği idealinin birdenbire gerçekleşmeyeceğini, hatta bütün Müslümanları içine alan bir birliğin belki de hiçbir zaman kurulamayacağını, onun için daha realist, daha somut bir hedefe kilitlenmek gerektiğini söylüyor, birliğin inşasına İslam’ın çıkış noktası olan ve yirminci yüzyılın başına kadar büyük bir İslam devleti bulunan Ortadoğu’dan başlamayı öneriyordu üstad; Türkiye, Suriye ve Irak’ın “ırkçılığı, mezhepçiliği ve geçmiş ihtilafları” bir yana bırakarak “Dicle-Fırat Federasyonu” çatısı altında birleşmesini savunuyor ve kurulacak bu birliğin zamanla büyüyeceğini ifade ediyordu (1991’de -ABD’nin Bağdat’ı bombalaması üzerine- yazdığı “Kurtuluş Yolu” başlıklı yazıda).

Bir konferansında diyordu ki:

“Coğrafî şartlar, bize, artık bu sınırların tartışma gününün geldiğini gösterdiği gibi, tarih de, tarihî şartlar da bizi bu noktaya doğru zorlamaktadır. Çünkü ... ülkemiz, bugünkü ülkemizden ibaret değildir. Çok daha geniştir. O geniş ülkede yaşayan bir millet vardır. Bu millet, bir medeniyetin, islâm medeniyetinin toplumudur. Bu medeniyette, ırk unsuruna, tabii, reel bir gerçeklik olarak bakılır; ancak ırk esasına dayanılmaz. Bu medeniyette, ırklar, renkler, diller, hepsi yanyana, kardeşçe yaşarlar ve bir toplum oluştururlar... / Nitekim, bin seneden, hatta bin dört yüz seneden beri, bu, Ortadoğu denilen bölgede, ırklar, bu medeniyet anlayışından, bu insanlık anlayışından hareketle, birbirlerine karışmışlardır. Saf olarak bir ırk kalmamıştır. Bazı bölgelerde dil sebebiyle bir takım toplaşmalar görülüyorsa da, bunun, ırklar ayrıdır, birbirinden ayrı yaşamaktadır demek mânasına gelmediğini hepimiz biliyoruz. Suriye, araplardan ibaret değildir. Suriye’de araplar, türkler, kürtler, çerkezler vardır. Ve bunlar, islâm toplumunun, islâm medeniyetinin oluşturduğu toplumun, yani islâm milletinin fertleri olarak yanyana yaşamışlar, içiçe geçmişler ve birbirinden ayrılmaz olmuşlardır. Aynı şey, Irak için de söz konusudur. Irak’a baktığımız zaman, yine orada da kürt, türk ve arap ırkları vardır. Ve bunlar da yine geçmiş zamanda birbirine karışmışlardır. Aynı gerçeklik, bizim için de söz konusudur. Nüfusun büyük çoğunluğu türk olmakla birlikte, kürt, arap ve daha başka ıraklardan, Kafkasya ırklarından gelmiş kardeşlerimiz vardır. Bütün bunlar, bir milletin fertleridir ve hepsi birbirinin kardeşidir ve hepsi birbiriyle kaynaşmıştır.”

Yine bir konferansında şöyle diyordu Sezai Karakoç:

“Siz Fırat’ı ve Dicle’yi bıçakla kesebilir misiniz? Burası senin, burası benim diyebilir misiniz? Oysa Fırat ve Dicle, şırıltılarıyla kendi mecralarında akarlarken bize diyorlar ki, ‘sen nasıl parçalanmazsan, bir bütünsen, ben de bir bütün olarak, yalnız türkün, yalnız arabın, yalnız kürdün değilim. Hiç kimse bana tek başına sahip çıkmasın. Ben islam milletinin suyuyum, onun can damarıyım. Siz de bundan ibret alınız ve parçalanmayınız, bölünmeyiniz’. İşte bize coğrafya böyle sesleniyor.”

(İki iktibas için de kaynak: Çıkış Yolu 1 – Ülkemizin Geleceği / Diriliş Yayınları, İstanbul 2002)

***

İslam şairi, İslam mütefekkiri, İslam Birliği mefkûresi bayraktarı, muhterem üstadımız Sezai Karakoç’un vefatıyla sarsıldık.

Ne gelir elden, Rahmet-i Rahman dilemekten başka?

İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn.

Mekânı cennet olsun.

Geride bıraktığı eserler okundukça ecri artsın.

Amin Yâ Rabbelâlemîn.

YORUMLAR (44)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
44 Yorum