Osmanlı’ya hilafet geldi mi?

Tarihteki hilafet kurumunun “geri getirebileceğine” ihtimal vermek de “geri getirilmesi gerektiğine” inanmak da esas itibarıyla hilafetin anlamını ve gerçek mahiyetini bilmemenin sonucu.

Çünkü bilgi değil algı ve duygu alanında cereyan ediyor hadise. Sembolik bazı figürlere ve kavramlara yüklediğimiz anlamlar tarihi ve sosyal gerçeklerin yerine geçiyor.

Bu bakımdan Ayasofya’dan hemen sonra bazı akıllara hilafet konusunun gelmesi tesadüf değil. Bugünkü Türk muhafazakâr zihniyetinin temel bileşenlerinden biri Osmanlı tarihini bir tür “altın çağ” şeklinde algılama eğilimidir. Batı karşısında 18. yüzyıldan itibaren her alanda uğradığımız yenilgilerin zihinlerde yol açtığı travma, özellikle Osmanlı devletinin yıkılışının ardından, “eski güzel günlere dönme” arzusu şeklinde kendini göstermişti çünkü.

Yeniden o muhteşem günlere geri dönebilmenin yolu ise söz konusu dönemin kurumlarını ve uygulamalarını “ihya etmek” olabilirdi. Hilafet de bunlardan biriydi. Ne var ki bu konuda tasavvurlarla gerçekler, benzer konuların çoğunda olduğu gibi, çok fazla örtüşmez. Aslında tarihî/siyasi bir kurum olan hilafetin dinî bir kurum sanılması gibi, Osmanlı’nın hilafet kavramından anladığının da bugünkü muhafazakâr zihniyetin anladığından farksız olduğunun düşünülmesi ciddi bir hatadır.

Osmanlı tarihine dair okul kitaplarından öğrendiğimiz “popüler bilgi”lerden biri Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim’in burada son Abbasi halifesinden halifelik unvanını törenle devraldığı rivayetidir. Osmanlı hilafetinin başlangıcı bu olaya dayandırılır.

Ne var ki Bugünün Osmanlı tarihçileri söz konusu rivayetin gerçeği yansıtmadığı konusunda ittifak ediyorlar. Ancak halife ve halifelik kavramlarının söz konusu dönemdeki anlamlarıyla bugün sahip olduğu anlam arasındaki farklara veya nüanslara dikkat edilmeksizin meselenin vuzuha kavuşturulması kolay olmayacak gibi görünüyor.

Mısır’ı fethedip oradaki Abbasi halifesini alıp İstanbul’a getiren Yavuz “Bundan sonra halife benim” dememiştir. (Yalnızca “hadim’ül harameyn” unvanını almıştır. Çünkü o devirde halife unvanı değil bu unvan itibarlıydı.) Ancak babasının vefatının ardından padişah olunca Halife Mütevekkil’in Mısır’a dönmesine izin veren Kanunî Sultan Süleyman’ın bu yönde bir iddiası olmuştur. Bunun sebebi son Abbasi halifesinin Mısır’a döndükten bir süre sonra orada padişahlığını ilan eden Osmanlı valisi Hain Ahmet Paşa’yı meşru hükümdar olarak tanıdığını açıklaması olabilir belki.

Kanunî’den sonra Osmanlılar çok uzun bir süre boyunca halifelik konusunu unuttular. Osmanlı padişahlarının halife unvanına sahip oldukları ancak 19. Yüzyıl başlarında yeniden hatırlandı. İlk olarak Küçük Kaynarca Antlaşmasının müzakeresi sırasında Rus tarafına Osmanlı padişahının Kırım Müslümanlarının dini lideri olduğunun ispatı amacıyla bu hususun gündeme getirildiği söyleniyor. Sonraki yıllarda ise özellikle İngiltere’ye karşı sömürge ülkelerindeki Müslümanlarla irtibat için padişahların halifelik unvanı öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla cumhuriyetin ilk yıllarındaki “hilafetin kaldırılması” kararı da her şeyden önce bir dış politika tercihini yansıtmaktaydı.

***

Faruk Sümer meseleyi efradını cami ağyarını mâni şekilde ele aldığı ve çok aydınlatıcı bilgiler ve tespitler içeren bir makalesinde hilafet makamının Yavuz tarafından son Abbasî halifesinden devralındığı rivayetine ilişkin delil ve evrakın mevcut olmadığını göstermiştir.

Bu rivayetin “muayyen siyasi gayeleri desteklemek üzere 18. yüzyılda ihdas edildiğini” söyleyen Halil İnalcık ise “Hakikatte ne Selim ne de oğlu Süleyman İslam dünyasındaki üstünlük iddialarının böyle bir hak devrini icap ettirdiğini hissetmiş olamazlar” demiştir.

Çünkü Hilafet unvanı Yavuz’dan önceki devirlerden beri “zaten doğal olarak” Osmanlı padişahlarınca deruhte edilmekteydi. İslam ulemasının belirli bir tarihten sonra “halifenin işlevinin birbirinden uzak ülkelerin sultanları tarafından yerine getirilebileceğini” kabul ettiklerini hatırlatan İnalcık, “14. yüzyıldan itibaren Osmanlı padişahları da bağımsız birer Müslüman hükümdar olduklarına delalet etmek üzere halife unvanını kullanıyorlardı” diyor. Yani “dünya üzerindeki bütün Müslümanların lideri” anlamında değil.

Mamafih görülen o ki bu unvan siyasi anlamda ihtiyaç duyulduğu dönemler haricinde pek hatırlanmamıştı. Haddi zatında İslam dünyası nezdinde sembolik bir itibar kaynağına ihtiyaç da yoktu. İran Şii olması hasebiyle hilafetle etkilenecek değildi, geri kalan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri zaten Osmanlı düzenine tabi bulunuyorlardı. Ancak ilerleyen devirlerde Mısır ve Kuzey Afrika ülkeleri Avrupalı güçlerin eline geçip Hindistan ve Uzak Asya Müslümanlarıyla dayanışma ihtiyacı baş gösterdiğinde halife unvanı “dünya Müslümanlarının dinî lideri” anlamına gelir oldu. Yine de bu hususta bir uzlaşmanın gerçekleştiğini söylemek kolay değil.

Nereden baksanız, “Osmanlı hilafeti” tecrübesinin İslam tarihinin muhtelif devirlerindeki hilafet kurumu örneklerinden farklı olduğu kadar bugünkü hilafet algısıyla da ilgisi bulunmayan bir uygulama olduğu görülüyor. Ne var ki Hilafet kurumunun tarihî boyutunu kavrayabilmek için konunun dindeki yeriyle ilgili tartışmalara da vakıf olmak lazım. Günümüzdeki yaklaşımları çözümleyebilmek için ise kavramın modern zamanlarda sosyal zihniyet içinde edindiği sembolik değere ve işleve göz atmak gerekiyor.

YORUMLAR (61)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
61 Yorum