Habercilikte nesneye bağımlılığın sonu

Chris Stirewalt, ABD’de çalıştığı haber kanalından kovulmuş bir gazeteci. Suçu, doğru haber yapmak! 

Geçen hafta, Los Angeles Times’da Stirewalt’ın bir makalesi çıktı. 1886’da The New York Evening Express adlı bir gazetenin yaptığını anlatıyor. Gazetenin sahibi Erastus Brooks, önemli bir eyalet seçim sonucunu öğrenmek için, henüz oy sayımı devam ederken Albany’ye doğru yola çıkıyor. Pek bilinmez ama Albany, New York eyaletinin başşehridir. O sırada Brooks’tan başka daha düzinelerle gazeteci de aynı maksatla Albany yolundadır. Fakat Brooks farklı. Brooks, hem Albany’den hem de New York şehrinden geçen Hudson nehrinde bir istimbot kiralıyor, gemiye bir matbaa kuruyor ve yolculuğunu öyle yapıyor. Sonuç belli olunca istimbot dönüş yolunu tutuyor, fakat aynı anda da gazete basılmaya başlıyor. Diğer gazeteciler New York şehrine dönüp haberlerini gazetelerine verirken, Brooks, bitmiş ürünü, yani gazetenin kendisini dağıtıma veriyor ve bütün rakiplerini “atlatıyor”.  

Anlaşılan o tarihte telgraf haberin iletilmesine yetmiyor. Telefon icat edileli henüz on sene olmuş, ama şebeke yok. 

İHTİLALDE GAZETE BALYALARI 

Şimdi, izninizle üççeyrek asır kadar ileri sarayım, Türkiye’deki 27 Mayıs 1960 darbesine geleyim. İzmir’de o sabah, Alparslan Türkeş’in ünlü, tok sesli “Türk silahlı kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır” anonsuyla uyandık. 15 yaşındaydım ve siyasetle ilgileniyordum. Fakat bu anonstan başka haber almak mümkün değildi. Devlet radyosundan başka radyo yoktu ve televizyonun gelmesine daha sekiz yıl vardı. Basının merkezi İstanbul’un gazeteleri ancak bir gün sonra İzmir’e ulaştı. Gazete balyalarıyla yüklü büyük bir kamyonun Şerafettin Bey Caddesi’nde, evimizin hemen önünde durduğunu, balyaların yere atıldığını ve insanların gazeteleri kapıştığını hatırlıyorum. Bizim demlet tekelindeki radyonun dışında haber almamız için gazetelerin fizikî varlıklarının elimize ulaşması gerekiyordu.  

İstanbul’a yakın yerlere geç vakit basılan İstanbul gazeteleri taşınırdı ama o günün değil, ertesi günün tarihiyle hazırlanırdı. Bunlardan bir kısmı Kadıköyü’nde “yarının gastesi!” çığlıklarıyla satılırdı. (Evet o tarihte henüz Türkçe’nin canına okunmamıştı, Kadıköyü denirdi.) 

matris.jpg

MATRİS AMA KEANU REEVES’İN MATRİSİ DEĞİL 

Sonra gazeteler gelişti. İstanbul dışındaki büyük şehirlerde de matbaalar kuruldu. İstanbul’da basılan gazete, Ankara, İzmir, Adana ve diğerlerine nasıl ulaşacaktı? Şöyle: Rotatifte basılacak sayfa önce metal satırlara “dizilir” ve bir yüzeyde “bağlanırdı”.  Sonra üstüne özel bir kâğıt, daha doğrusu bir cins yumuşak karton bastırılır ve sayfanın ters görüntüsü bu kartona geçerdi. Ters, çünkü, çıkıntılar kağıtta girinti olurdu. Sonra bu özel kâğıda erimiş baskı metali dökülür ve alınan metal kalıp rotatif makinesinin silindirine sarılırdı. Tabi kaynaktaki çıkıntılar, bu ikinci işlemden sonra tekrar çıkıntı hâline gelirdi. Gazete, rotatifin silindirleri arasından geçen kâğıt bobinine basılırdı. Fakat ben kalıbın imalindeki şu ara ürün, özel karton üzerinde durmak istiyorum. Ona “matris” derdik.  

Sorumuz neydi? İstanbul’da basılan gazete taşra matbaalarına nasıl ulaşacak. (Osmanlı’dan kalma bir anlayış… İstanbul dışında her yer taşradır.) Taşraya gazete değil, o matrisler giderdi ve onlar kullanılarak gazetenin tıpkıbasımı tekrar elde edilirdi. İstanbul’dan akşamüstü çıkan matris arabaları “kelle götürüyorum” hızıyla taşraya matris taşırdı. Baskıdan sonra matrisler, bir işe daha yarardı: Sokakta gazete satan çocuklar, gazeteleri çanta gibi kullandıkları, kıvrılmış eski matrislerin içinde taşırlardı.  

Bütün bu hikâyeleri niçin anlattım? Bugün pek kolay algılanamayan bir gerçekliği misallendirmek için. Asırlarca, haber, isterseniz enformasyon, yani malumat deyin (bilgi demeyin, malumat bilginin ilkel hâlidir), maddî taşıyıcısına, kağıda, sıkı sıkıya bağlıydı. Bir şehirden bir şehire gitmesi için ya basılı kâğıdın, yahut yeniden basılmasını sağlayacak matrisin haberle birlikte seyahat etmesi gerekirdi.  

HABER NESNEDEN SIYRILIYOR 

Önce faks denilen alet bu bağımlılığı kırdı. Bir de ofset denilen baskı tekniği. Artık renkli bir resim veya bir sayfa telefon hatları üstünden iletilebiliyordu. O fakslar artık yavaş yavaş şirket yazıhanelerinden kaybolmaya başlayan, köşede oturan küçük aletler değildi. Büyük fotokopi makineleri cesametinde dev cihazlardı. Gidecek görüntü bunların tamburlarına sarılır, tambur dönerken bir fotosel onu çizgi çizgi tarar ve elektrik akımına dönüştürülen görüntü aynı anda telefon teli üzerinden öbür şehirdeki alıcı makineye giderdi. Orda da bir tambur vardı ve gelen sinyal ona sarılı kâğıda yazılırdı. Faks övünülecek bir aletti. Gazeteler bastıkları fotoğrafların altına “faksla falan şehirden alınmıştır” diye yazarlardı. Ancak, gördüğünüz gibi, arada yine kâğıt var. Hem gönderen tarafta, hem de alıcıda.  

Bugün istenirse hiçbir maddî ortam araya girmeden, malumat bilgisayardan bilgisayara, ekrandan ekrana aktarılabiliyor. Ne güzel değil mi? Hemen sevinmeyin. Haber ucuzlayınca, enflasyona uğradı. Bir zamanlar üzerinde titrenen haber artık herkesin gönderebileceği ve maalesef uydurabileceği hâle geldi. Ve kötü haber, iyi haberi kovmaya başladı. İşte post-gerçeklik ve alternatif gerçek diye buna deniyor. Devam edeceğim. 

YORUMLAR (15)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
15 Yorum