Gümrük Birliğine hayır
İngiltere Başbakanı Boris Johnson, Avrupa Birliğinden ayrıldıktan sonra “Türkiye tipi bir gümrük birliği değil, Kanada tipi bir serbest ticaret anlaşması imzalamak istiyoruz” dedi.
Çok haklı. Biz de aynısını yapmalıyız. Avrupa ülkeleriyle geçmişte yapılmış olan Kapitülasyon ve benzeri diğer tip anlaşmaların, içerik olarak bir benzeri olan Gümrük Birliği anlaşmasının, hızla Serbest Ticaret Anlaşması niteliğine dönüştürmeliyiz.
Hâlbuki gündem tam tersi; Türkiye Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesini, göçmenlik konulu müzakerelerde istediği bir taviz olarak gündeme getiriyor.
Tıpkı tamamen aleyhimize çalışan mevcut Gümrük Birliğine girmek için Kıbrıs Rum Kesiminin, Kıbrıs Devleti olarak, Avrupa Birliğine girmesine onay vermemiz gibi.
Tıpkı tüm dünyada herkes kendi iç pazarını korumak için yüksek gümrük duvarları kurarken Osmanlı Yönetiminin ihracata yüzde 12 fakat ithalata sadece yüzde 3 gümrük vergisi koyması gibi.
Diğer bütün veriler sabit kalmak şatıyla, gümrük duvarları olmayan, yani ‘iç pazarı herkese açık’ olan bir ülke mi daha fazla yatırım çeker; yoksa iç pazarı ‘yüksek gümrük duvarlarıyla korunan’ ülke mı?
Hiç şüphesiz her yabancı sermaye, yatırımlarını, yüksek gümrük duvarlarının ardındaki pazarlarda yapmayı tercih eder. Çünkü gümrük duvarlarıyla korunan pazarlara mal satmanın tek yolu yatırım yapmaktır, başka yolu yok. Böyle pazarlara yatırım yapan, ilaveten, yapmamış olan rakiplerinden korunur.
1996 yılında başlamış Gümrük Birliği sürecinden bugüne kadar üretimde ilk 500 firma arasına girebilen Avrupa kökenli ‘beş yeni yatırım’ bile yoktur.
Gümrük Birliğine girildikten çok sonraları, yani Ak Parti iktidara geldikten sonra artan yabancı sermaye girişleri bizi şaşırtmamalı. Doğrusu Gümrük Birliğinden sonra Avrupa kökenli, ilave, yeni ve kayda değer doğru dürüst bir sanayi yatırımı gelmemiştir. Gelen doğrudan yatırımlar çoğu da, yüksek gümrük duvarlarıyla korunduğumuz dönemlerde kurulmuş şirketlerin hisselerinin satılışıyla sağlanmıştır. Mesela bankalar, Garanti, Yapı Kredi, Finansbank, Denizbank, TEB, ING’nin hisselerinin satılması doğrudan yatırım olarak değerlendiriliyor. Olan sadece hissedar değişikliğidir. Ford, Tofaş, Renault, Toyota, Bosch zaten Türkiye’deydiler. Gümrük Birliğine girince OPEL ve benzeri şirketler Türkiye’den çıktı.
Türkiye 2003-2017 yılları arasında 28 AB ülkesine karşı, dış ticarette tam 230 Milyar Dolar açık vermiştir. Bu açığın neredeyse tamamı başta otomobil olmak üzere lüks ve tüketim mallarından kaynaklanmıştır. Bu 230 milyar dolar için şimdiye kadar ödediğimiz faizleri de hesaba eklersek; ülkemizin ekonomik kırılganlığının en temel sebebini anlamış oluruz.
Geçen yıl, yani kur artışlarının artmasından dolayı biraz daha fakirleştiğimiz yılda; yani paramızın, pahalılaşmış Avrupa kökenli malları almaya yetmediği yılda, bu defa biz 15 milyar dolar dış ticaret fazlası verdik. 88 milyar dolar ihracata karşılık 73 milyar dolar ithalat yaptık. Avrupa hemen dişlerini gösterip bizim demir çelik ürünlerine miktar sınırlaması demek olan KOTA’yı koydu.
Türkiye bugün çok istekli olsa bile özerk bir sanayileşme stratejisi geliştiremez. Başlangıçta herkes, Avrupa Birliği şirketlerinin yüksek üretim maliyetlerini azaltmak için Türkiye’ye geleceklerini umuyordu. Gelmediler. Çünkü belli başlı bütün Avrupalı üreticilerin Uzak Doğu’da fabrikaları var. Bu fabrikalarında ürettikleri parçaları Avrupa’daki merkezlerinde toplayıp, ambalajlayıp Avrupa ürünü diye tüm dünyaya satıyorlar. Biz Avrupa Gümrük Birliğine girdiğimizi sanıyorken, dolaylı yoldan, Çin ile gümrük birliği yapmışız.
Türkiye, bugün, sanayileşmeyle ilgili kaderini Gümrük Birliği yoluyla Avrupa’ya emanet etmiş; şimdi de Gümrük Birliğini Güncelleme adı altında Tarım ve Hizmetler sektörünün kaderini de oturmasına asla izin verilmeyecek bir “karar masası”na teslim etmek için ısrar edip duruyor.
Bir sonraki yazıya sorularla geçelim. Japonya 1957 yılında Gümrük Birliğine girseydi, bugünkü Japonya olur muydu? Ya da Kore, Tayvan veya Çin gibi ülkelerin sanayisi bu kadar gelişebilir miydi?