Güvenliğimizi önemsetmek için...

Dünya siyasetinde başarılı olan devletler değişen koşullara uyum sağlayabilenlerdir. Çünkü devletler sistem içinde var olurlar. Bazıları sistemi etkileyebilme, değiştirebilme imkanına sahiptir. Bazıları da sistemdeki değişikliklerden etkilenir. Türkiye ne yazık ki ikinci kategorideki ülkelerden biridir. Zaman zaman sistemsel etkisi hissedilse de, etkilenme olasılığı etkileme potansiyelinden daha büyüktür.

Türkiye gibi ülkelerin başarısı sistemsel değişimleri empoze edebilmesiyle değil kendi varoluşsal çıkarlarını, refahını ve esenliğini koruyabilmesiyle ölçülür. Bu da ancak içinde var olduğu sistemle iyi geçinmesiyle, dalgalanmalarını iyi hesap edip ona göre politika geliştirmesiyle mümkündür. Bu yüzden de coğrafi determinizm ya da aidiyet gibi sabit faktörler yerine esnek değişkenlerle siyaset üretmek, dünyaya bakmak zorundadırlar.

Türkiye zaman zaman sendelese de dünya dengeleriyle senkronize olma potansiyeli yüksek olan bir ülkedir. Elindeki kısıtlı imkanları özellikle de son iki yüz küsur yıllık tarihi boyunca akıllıca kullanmış, kullanmadığı an ve zamanlarda da bedelini ağır biçimde ödemiştir. Cumhuriyet döneminde de, öncesinde de bir büyük devletten gelen tehdidi, diğerine dayanarak, kendisine muhatabının stratejik anlam dünyasında yer açarak bertaraf etmiştir.

İki dünya savaşı arası dönemde önce İngiltere’ye karşı Rusya’ya yaslanmış, sonra da İngiltere’den yararlanarak Rusya’nın artan gücüne ve etkisine karşı direnç göstermiştir. II. Dünya Savaşı sırasında da İngiltere ve Fransa ile olan ittifakına rağmen Almanya’yla da işbirliği yapmış, hem savaş dışı kalmayı, hem de savaşan taraflardan optimum faydayı sağlamayı başarmıştır.

Savaş sonrasındaki yalnızlığını da Amerika’nın anlam dünyasına demokrasi tecrübesi, coğrafi cazibesi ve sunduğu imkanlarla eklemlenerek kısa süre içinde atlatmıştır. 1946 yılında başlayan bu eklemlenme 1952 yılında gerçekleşen NATO üyeliğiyle perçinlenmiştir. Amerika ve dolayısıyla da “Batı” dünyasıyla olan özel bağı sayesinde hem genel anlamıyla güvenliğini garanti altına almış, hem de Kıbrıs gibi özel çıkarlarını koruyabilme imkanına sahip olmuştur.

Tahmin edilebileceği gibi NATO üyesi olmayan bir Türkiye’nin ne 1959-60 dengesini kurup Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörü olması, ne de 1974’de müdahalede bulunması mümkündü. Soğuk Savaş sonrasında da Türkiye kendine büyük stratejilerin içinde yer biçmiş, Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan değişimi de, sonrasındaki sistemsel dalgalanmaları da genel hatlarıyla iyi değerlendirmiş, dünyanın kendisine bakışını yönetebilmiştir.

11 Eylül saldırıları sonrası da doğru okunmuş, “AK Partili Türkiye deneyimi” model ve yöntem olarak kullanılmıştır. Afganistan’a asker gönderilmesinden BOP metaforuyla lanetlenen geniş anlamıyla Ortadoğu’nun demokratikleşmesine katkıda bulunulmasına kadar pek çok inisiyatifin içinde Türkiye yer almış, çatışma çözümüne verdiği önemle dikkatleri üstüne toplamıştır.

Demokratik atılımları, insan hakları sicilini iyileştirme çabaları ve Arap Baharı’na desteğiyle dünya siyaset dengeleri içinde kendisine özel bir yer edinmiştir. Hakkında çeşitli vesilelerle doğan şüpheleri de geçiştirmeyi başarmıştır. Ancak artık Türkiye’nin elindeki kozlar ve imkanlar müttefikleriyle pazarlık etmesine, derdini anlatmasına, çıkarlarını korumasına, sorunlarının çözümüne destek sağlamasına yetmemektedir.

Türkiye terörle iki cepheli savaşında müttefiklerinin yanında yer almasını temin etmek için yeniden kendini anlamlı kılmak, AB’nin, ABD’nin ve hatta Rusya’nın stratejik vizyonunda yer bulmak zorundadır. Kilis’in korunması için Amerika’nın sağlayacağı silah sistemleri tabii ki önemlidir. Ama asıl önemli olan Türkiye’nin güvenliğinin parçası olduğumuz ittifakın güvenliği demek olduğunu müttefiklerimize anlatabilmektir, onları bu tür saldırılar kendilerine yöneldiğinde verecekleri tepkinin aynısını Türkiye’ye saldırı olduğunda vermeye teşvik etmektir.

O da ancak bizim onlardan farksız olduğumuzu düşünmeleri, aynı değerleri savunduğumuzu anlamalarıyla mümkün olur. Bu değerlerse zaten yabancısı olduğumuz değerler değildir. Tam tersine kurucusu ve kurgulayıcısı olduğumuz, ifadesini imzaladığımız uluslararası bağıtlarda bulan prensiplerdir. 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleridir, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıdır. BM Şartı, AGİT belgelerindeki normlardır...

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum