Bir sonucun tetiklediği başlangıçlar

Aşırı bir küresel geçişkenliğin içinde çokuluslu nefesler mi alıyoruz?

Dünyadaki geçişkenlik oranı ve ortamı akıl almaz biçimde yükselmeye devam ediyor.

Sıcaklığını koruyan Almanya seçimleri ve Kuzey Irak’taki referandumun öncesi ve sonrasında ülkemizi, ülkemizin de oraları nasıl etkilediğini bir düşünelim.

Bu geçişkenlik yalnızca siyasette değil, belki daha çok ekonomik ilişkilerde de geçerli. Kültür zaten başlı başına bir geçişkenlik alanı.

Denilebilir ki aynı mahallede veya aynı blokta oturan iki insanın birbiriyle etkileşiminden daha yüksek, daha şiddetli bir ilişki düzeyi iki ülke arasında olabilir ve oluyor.

İki ülke arasındaki ilişkilerin niteliğini tarih de belirliyor kuşkusuz. Ama şimdi öyle büyük ilişkiler öyle bir hızla kurulabiliyor veya bozulabiliyor ki galiba buna tarih de şaşırıyor.

Diğer yandan bazı yoksul veya mazlum bölgelerde olup bitenler nedense başka bir uzaydaymış gibi algı küresellemesinin boşluklarında kayboluyor.

Sözgelimi Arakan’da, Gazze’de neler olup bittiğine dair haberler, yorumlar tonla olsa da, orada sadre şifa olacak eylemler öyle kolayından gündeme girmiyor. Nasıl demeli; ağaçta kalmış bir kedi veya kuyuya düşmüş bir köpek için gösterilen (elbette gösterilsin) hassasiyet, çaba, medyatik ilgi; açık işkence ve öldürülme gerçeğiyle içiçe yüzbinler veya ağır ambargo ve mahrumiyetler içinde yaşayan iki milyonluk şehirler için sürdürülemiyor. Yüksek duyarlıkla yüksek sağırlık arasında büyük mesafe var.

Kendi başkentinde silahlı saldırı şüphelisi herhangi birini gözünü kırpmadan ‘indiren’ bakış, başka bir terör yapısı için üçbin tırlık ağır silah ekipmanını bedelsiz sevk ve teslim etmekte bir beis görmüyor. Savunması ‘ben onu terör örgütü olarak görmüyorum’dan ibaret.

Erbil merkezli referandumun hukukî ve fiilî sonuçları ister istemez olacak. Bu sonuçlar bazılarının istemediği ve beklemediği sonuçlar da olabilir. Ama işte Dünya, nihayetinde artık böyle bir yer. Aşırı geçişkenlik ve kırılganlıklar dünyasında bir sonucun birden fazla başlangıcı tetiklemesi çok mümkün. Kimse bunu bilmiyor olamaz. Bilmeyenlere de tarihsel güncellik hemeninden öğretiverir. Siyasetin dönüp dolaşıp savaşa gelmesi niçin kimseyi şaşırtmıyor?

REFERANDUM OLDU MU?

Yıllar yıllar önce yapılacak bir yerel seçim öncesinde meşhur bir siyasetçi dostumuz bu yerel seçimlerin gerçekleşmeyeceğini söylemişti.

Oysa adaylar belirlenmiş, harıl harıl seçim hazırlıkları başlamış, kampanyalar yürürlüğe girmişti. Ama arkadaşımız “bu seçimler olmayacak” demeye devam ediyordu. Derin siyaset bilgisi sebebiyle kimse de pek bir şey demiyor, herhalde bir bildiği var diye düşünüyordu. Derken seçimlere bir ay, iki hafta ve nihayet bir hafta kaldı. Siyaset bilimci dostumuz kendisine bir şey soranlara aynı cevabı vermeye devam ediyordu: “Bu seçim olmayacak.” Nihayet o haftanın Pazar günü geldi ve seçimler yapıldı.

Bir arkadaşımız dayanamadı ve sordu: “Üstadım, son güne kadar bu seçimler yapılmayacak diyordunuz, ama işte seçim yapıldı. Ne diyeceksiniz?”

Üstadımız bu soruya tarihsel bir cevap verdi: “Ya siz buna seçim mi diyorsunuz!”

Şimdi referandum da böyle mi oldu acaba? Siz buna referandum mu diyorsunuz yani?

CEPHEDE

(…) Mart 1916’nın sonuna doğru Wittgenstein uzun zamandır istediği gibi, Rus cephesindeki bir savaş birliğine gönderildi. (…) Alayının cephe hattına hareket etmesinden önceki birkaç hafta kendisini psikolojik ve manevî açıdan ölümle yüzleşmeye hazırlamak için uğraştı. “Tanrı beni aydınlatsın. Tanrı beni ayrınlatsın. Tanrı ruhumu aydınlatsın” diye yazmıştı 29 Mart’ta. Ertesi gün: “Yapabileceğinin en iyisini yap. Daha fazlasını yapamazsın: ve neşeli ol” : Kendine ve diğerlerine bütün gücünle yardım et. Aynı zamanda da neşeli ol. Ama insanın kendisi için ne kadar başkaları için ne kadar güce ihtiyacı vardır.? Yaşamak zor!!Ama iyi yaşamak güzeldir. Ancak benim değil, Tanrının istediği olacak. (…) Goplana’da olduğunda Wittgenstein, yalnızlığı ve tehlikeli mevzileri silah arkadaşlarıyla birlikte olmaya tercih ediyordu. Onlara dayanmak için, düşmana dayanmak için istediği kadar, hatta daha fazla güce ihtiyacı vardı. “Bir ayyaşlar topluluğu, aşağılık ve aptal insanlar topluluğuydular.”

Birkaç istisna dışında, gönüllü olduğum için benden nefret ediyorlar. Yani neredeyse her zaman benden nefret eden insanlarla çevriliyim. Hâlâ katlanamadığım tek şey bu. Buradaki insanlar kötü niyetli ve kalpsiz. İçlerinde ufacık bir insanlık bulmak neredeyse imkânsız.

Bu insanlardan nefret etmemek için verdiği mücadele, ölüm karşısında korkuya karşı verdiği mücadele gibiydi. İnancının sınanmasıydı: “Gerçek bir inananın kalbi her şeyi anlar.” Bu yüzden kendini şöyle teşvik ediyordu: “Ne zaman onlardan nefret edecek gibi olursan, onları anlamayı dene.” Denedi, ama bu belli ki büyük bir çabaydı. Çevremdekiler kötü olmaktan çok dehşet verici biçimde sınırlılar. Bu onlarla çalışmayı neredeyse imkânsız kılıyor. Çünkü hep yanlış anlıyorlar. Bu insanlar aptal değil, sadece sınırlılar. Kendi çevrelerinde yeterince akıllılar. Ama kişilikleri yok ve bu nedenle düşünceleri de sınırlı. Ray Monk-Wittgenstein/ Dâhinin Görevi-Çev.: Berna Kılınçer-Tülin Er-Kabalcı Yay.

ANONS

Suya taş atan, büyüyen halkalara şaşıramaz.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.