Dünya samimiyetsiz ve sahtekâr insanların cennetidir
"Bir insanla tanışmak o insanı gerçekten tanımak anlamına gelir mi?” diye sorarsanız, tek kelimelik cevap olarak “Asla” derim.
Çünkü bir insanın başka bir insanı gerçek kişiliği ve içyüzüyle tanıması neredeyse imkânsız… Hele de içinde bulunduğumuz zamanın ruhsuzluğuna rıza göstermenin kaçınılmaz sonucu olarak birbirimize karşı bilenip hiddetlenerek her geçen gün daha sivri uçlu hale geldiğimiz şu devirde bir insanın başka bir insanı gerçekten tanımak istemesi bile imkânsız… Zira öyle bir devirdeyiz ki -İbrahim Tenekeci’nin yıllar önce yazdığı “Bir insanı tanımak” başlıklı yazısında dediği gibi- insan olmanın basit ve sıradan özellikleri bile artık meziyet sayılıyor… İnsan ilişkileri dâhil, bütün her şey aslî tabiatından ve doğal mecrasından hızla uzaklaşıyor. Adeta hep birlikte yalnızlık çekiyor, topyekûn halde burukluk yaşıyoruz. Hayatımıza her gün yeni insanlar giriyor ve fakat girdikleri gibi hızla çıkıp gidiyorlar. Hayatlar ve hesaplar günübirlik olunca, öncelikler anbean değişip başkalaşınca, insani ilişkiler de birdenbire kopup gidiyor. Bu yüzden, bir insanla içten ve derinden gönül bağı kurmak neredeyse imkânsız görünüyor... Öte yandan, hayatımıza giren insanlara aşinalık kesbettikçe ve pek çoğunun samimiyetten nasipsiz olduğunu fark ettikçe, kaçınılmaz olarak pek çok insanın üstünü çizmek zorunda kalıyoruz.
Şu üç günlük dünyada hesap kitap bilmeyen, gizli ajandası olmayan, içten pazarlıksız, samimi, dürüst bir dost bulabilmek hakikaten mucizelere kalmış gibi görünüyor. Yüzlerce insanla tanışıyor, ama belki biriyle dostluk kurabiliyoruz. İnsanoğlu denen bu meçhul varlık familyasından hakiki bir dost bulabilmek sanki bir gül için bin dikene su vermek gibi bir şey… Hoş, “gül” de çoğu zaman güldürmüyor, hüzün veriyor… “Peki, neden böyle oluyor?” derseniz, naçizane kanaatim şu ki insan kendisinin gerçekte aciz ve acınası bir mahlûk olduğunu unutması, ömür sermayesini bitmez tükenmez bir hazine gibi algılaması ve hatta işlediği her melanetin kendi yanına kâr kalacağı vehmiyle bu dünyaya kazık çakacağını sanması hasebiyle kendi varlık özüne basbayağı ihanet ediyor ve ne yazık ki öz benliğine dönüp şu yalan dünyada kendi kendini nasıl bir karikatüre dönüştürdüğüne bakıp hayıflanma ihtiyacı bile hissetmiyor.
Külliyen zarar, ziyan ve hüsrana karşılık gelen böyle bir varlık, dünya ve hayat algısını memnuniyetle kabullenmiş bir insanı gerçek kimlik ve kişiliğiyle tanımak asla mümkün değildir. Hele de insan gerçek yaşam felsefesini kısa vadeli hesaplar, çıkarlar, palavralar ve sahtekârlıklar üzerine kurmuşsa onun kaç kat sahte kostüm giydiğini ve ne zaman nerede ne tür bir kostümle karşınıza çıkacağını kestirebilmeniz hiç mümkün değildir. Ne yazık ki elli küsur yıllık ömrümde kendileriyle insani ilişki kurup az çok hukuk oluşturduğum insanların hatırı sayılır bir kısmını gerçekte kendisi olmayan, yapmacık tavırlarla hep kendinden başka birisi gibi görünmeye çalışan, sizinle tanış olmaya gelirken hesap-kitap ajandasını mahfuz tutan ve gözlerinin arkasındaki fonda birçok şeyi saklayan insanlar olarak tanıdım. Bu kötü hayat tecrübemde birçok kez canımın yandığını hissettim, bir başka insan namına iç dünyamda kurduğum anlam binasının başıma yıkılıp enkaz altında kaldığımı fark ettim; ama daha sonrasında bana böyle duygular yaşatan insanlar için içten içe eseflendim. “Kendilerini pek kabiliyetli, kurnaz, marifetli sanan bu zavallılar” dedim ve “şu üç günlük dünyada günübirlik hesaplar ve çıkarlar uğruna ömür tüketmekle acaba ne elde ettiklerini düşünürler? Koca bir ömürde içtenlik namına hemen hiçbir değer üretmemiş, buluğ çağından ölüm vaktine kadar palavracılık ve sahtekârlıkla iştigal etmiş insanlar olarak bu dünyadan göçüp gidecek olmaktan hiç mi hicap etmezler?” diye düşündüm. Kısacası, bu tür zavallı ve acınası insanlar için şu koca kâinata yapılan ilahi-ulvi temelli ontolojik yatırım adına çok derin esef ettim.
Bugünkü akıl ve idrakimle artık şundan eminim ki samimiyetsizlik, sahtekârlık, düzenbazlık gibi ahlaksızlıklar da tıpkı kalıtım yoluyla nesilden nesile geçen fizyolojik özellikler gibi genetik kökenlidir. “İnsanlar maden cevherleri gibidir; İslam’dan önceki dönemde iyi olan insanlar müslüman olduktan sonra da iyi olurlar” mealindeki hadis de sanki bu duruma işaret etmektedir. Kurumsal dinî kimlikler ve aidiyetlerin ahlaksızlık derdine deva olmaması da naçizane kanaatime göre bahsi geçen reziletlerin önemli ölçüde hem biyolojik hem sosyolojik anlamda genetik kökenli olmasıyla ilgilidir. Bazı kaynaklarda hadis olarak nakledilen, “Bataklıkta ve/veya çöplükte yetişen güllerden uzak durun” şeklindeki söz de yine aynı noktaya işaret ediyor olsa gerektir.
Bana göre insan tanıma hususunda yalın bir gerçek olarak yüzleşmek durumunda kaldığımız şey şudur: Bu dünya gerçek kişilik ve karakteriyle görünmemek için zaman ve zemine göre kimi zaman beyefendilik, kimi zaman hanımefendilik, kimi zaman sevecenlik, kimi zaman dindarlık gibi sahte kıyafetleri giyip giyip çıkaran samimiyetsiz, sahtekâr, düzenbaz insanların cennetidir. Böyle bir dünyada geçen yarım asrı aşkın ömrümde insanoğluyla ilişkide pek dikiş tutturamamış olmamdan ötürü gam yemiyorum. Hiç kuşkusuz bu konuda kendime de birçok hata ve kusur payı çıkarıyorum. Ancak bu vesileyle şunu da eklemek istiyorum: İnsan olarak doğulmaz, insan olunur. Kendimi bildim bileli bu hayatta iyi bir insan olmaya azmettim. Elbette birçok kusur işledim ve fakat iyi insan olma azminden de hiç vazgeçmedim. Şu an itibariyle tüm insanlık ailesi samimiyetsizlik ve sahtekârlık konusunda icma kararı alsa dahi bu can bu bedende olduğu sürece saf, samimi ve iyi kalpli iyi bir insan olma azmimden asla vazgeçmeyeceğime ant içerim. Evet, bu dünyada dikiş tutturamadığımı biliyorum. Kimlerin dikiş tutturmayı başardığı konusunda ise Malvina Reynolds’un “I don’t mind failing in this world” (Bu dünyada dikiş tutturamamış olmak umurumda değil) adlı şarkısındaki şu sözlerine büyük ölçüde katıldığımı belirtmek istiyorum: Cause those who succeed are the sons of bitches, I don’t mind failing in this world…