Toplumsal kutuplaşma ve zıtlaşma
Sevda Noyan yaklaşık iki hafta önce katıldığı bir televizyon programında, “15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık.
Boş bulunduk. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim sitede hâlâ 3-5 var, benim listem hazır” şeklinde çok sorumsuz laflar söyledi. Psikanalitik açıdan bakıldığında, “Ben saldırgan doğmuşum; kendime düşman yaratmadan yapamam; dalaşmadan yaşayamam” gibi bir manaya gelen bu laf kümesi aslında uzun zamandan beri toplumun özellikle siyaseten iki zıt kutba ayrılmasının ve dahi her iki kutbun fanatik kesiminin punduna getirdiği takdirde diğerini haklamaya ant içmişlik modunda olmasının dışa vurumu gibiydi. Bugünkü toplum siyasi olarak her ne kadar ortadan ikiye yarılmış gibi görünse de geniş tabanı oluşturan kitleler -bereket versin ki- aklıselim ve sağduyuyla bir arada yaşama kültürünü henüz kaybetmemiş durumda… Buna mukabil sayısal olarak fazla bir yekûn tutmamakla birlikte iki zıt kutbun içinde sivrilen küçük çaplı bir fanatik ve faşizan zümre, huzursuzluk yaratma konusundaki üstün becerilerinden ötürü bütün toplumun yarım buçuk huzuruna limon sıkmayı başarmakta ve bunun neticesinde de algı olguya baskın çıkmakta…
Toplumsal kutuplaşma ve zıtlaşmayı -korona terminolojisinden de istifadeyle- anlatmak gerekirse, kendimizi sosyal ve siyasal planda karantinaya alıp bizden farklı bir dünya görüşüne ve gündelik hayat tercihine sahip insanlara tüm kapılarımız ve pencerelerimizi kapattığımızda, bu durumun yarattığı sosyal mesafe ister istemez “açık toplum”un ruhuna Fatiha okuma sürecini başlatır ve bu süreçte her toplumsal grup kendi sosyolojik gettosunda birtakım tehdit ve düşman algıları yaratır. Konuyu bugünkü Türkiye toplumu üzerinden analiz edersek, sözgelimi içimizden birinin hem laiklik ve cumhuriyeti benimseyip özümsediğini ve hem de dinî değerler, semboller ve ritüellere hassasiyet göstererek yaşamaya gayret ettiğini düşünelim… Böyle bir insanın hem sıkı laikçi Kemalist hem de İslamcı ve katı muhafazakâr cenahın faşizan zümrelerinden yana ciddi sıkıntılar çekeceğinden adım gibi eminim… Daha açıkçası, burada çok kısa biçimde tarif ettiğimiz melez dünya görüşüne -ki melezlik bana göre bu anlamda zenginlik ve enginliktir- sahip insanımızın zıtlaşma psikolojisinin hâkim olduğu çift kutuplu bir toplumsal vasatta kendini yersiz yurtsuz hissetmesi kaçınılmazdır. Bu hissiyatın kendiliğinden değil, iki zıt kutuptan da farklı saiklerle sudur eden dışlayıcı tavırlardan dolayı ortaya çıkması gerçekten acıdır. Aslında işin daha acı tarafı, ağacı kesen aletin balta, baltanın sapının ağaç olmasıdır.
Bugünkü Türkiye sosyolojisinde bir yurttaş/vatandaş muhafazakâr ya da dinî duyarlılığa sahip bir kültürel çevrede yetişmiş ama aynı zamanda laiklik ve cumhuriyeti de özümsemişse, İslamcı ve katı muhafazakâr çevrelerin bu vatandaşla ilgili peşin hükmü, “Yazık, Kemalizme savrulmuş” şeklinde formüle edilir. İşbu hüküm giyildikten sonra o vatandaşın muhafazakâr mahalleden taşınması ve kendine başka mahalle araması bir bakıma kaçınılmaz hale gelir. Fakat aynı vatandaş din konusundaki hassasiyetten, sözgelimi namaz, oruç, tesettür gibi ritüeller ve sembollere riayetten dolayı öteki mahalledeki fanatiklerin de peşin hükümlerine ve birtakım rezervlerine muhatap olacağından, burada da kendini öz mahalleli olarak hissedemez. Uzun lafın kısası, söz konusu vatandaşın keskin şekilde kutuplaşmış bir toplumsal bünyede yaşamak zorunda kalacağı hal ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilme halidir. Nitekim merhum Yaşar Nuri Öztürk Hoca’nın yakın geçmişte yaşadığı hal de buna benzer bir haldir. Hoca gerek hâkim dinî düşünceye aykırı görüşleri savunması gerek sözünü sakınmaması gibi muhtelif sebeplerle muhafazakâr mahalleden taşınmak durumunda kaldı ve bu arada eski mahallesiyle tüm köprüleri attı. Fakat özel bir sohbetimiz sırasında acı itiraf kabilinden dile getirdiği üzere karşı mahallede de kendini birinci sınıf vatandaş olarak algılayamadı ve/veya sıkı laikçi ve Kemalist mahalleli nezdinde bir nevi zimmi teba yahut mevali gibi algılandığı duygusunu hep yaşadı.
Birçok insanımıza bu berbat duygu halini yaşatan ve sonunda kendilerini yersiz yurtsuz hissetmelerine yol açan şey, iflah olmaz yobazlıktan başka bir şey değildir. Renk tonu ister yeşil ister kırmızı olsun, yobazlık her halükarda yobazlıktır. Bu noktada dindar muhafazakâr yobazlık ile laikçi Kemalist yobazlık arasında mahiyet değil, suret farkı vardır. Yobazlığı besleyen damarlar ise başta Eric Hoffer’in çok güzel tarif ettiği kesin inançlılık ve dogmatiklik olmak üzere cahillik, ufuksuzluk, dar kafalılık, kabalık, hoyratlık, bedevilik, köylülük gibi unsurlardır. Gelinen bu noktada hem sıkı laikçi Kemalist cenahın hem de İslamcı ve katı muhafazakâr cenahın iflah olmaz yobazlarına -satirik bir dille- seslenmek istiyorum: Birbirinize diş bileyerek ve didişerek yaşamaya yeminli misiniz? Acaba siz “rahat batması” denen kronik bir rahatsızlıktan mı mustaripsiniz? Yoksa siz otoimmün hastalıklarda işleyen tuhaf mekanizma gibi toplumsal bünyedeki sağlıklı hücrelere saldırmayı kendinize vazife mi edindiniz? “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın; gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!” diyerek yaşamaya ant mı içtiniz? Bu memleket acaba ne zaman hem laiklik ve cumhuriyeti benimseyen ve hem de dinî değerler, semboller ve ritüellere hassasiyet gösteren insanların yadsınmağı bir iklime kavuşacak? Bu insanlar acaba ne zaman dinî değerler ve ritüeller konusundaki hassasiyetlerinden dolayı laikçi Kemalist çevreler tarafından, laiklik ve cumhuriyeti benimsediklerinden dolayı da İslamcılar ve katı muhafazakârlar tarafından dışlanmayacak? Bu iki cenah arasındaki keskin kutuplaşma, zıtlaşma ve dalaşma acaba ne zaman son bulacak?