Az şeylerin çokluğu…

Şimdi de böyle bir tehlike var. Daha doğrusu bozucu, yok edici bir akımdan moda tabirle trendden söz edilebilir. Uzaktan her şeyi bürüye bürüye eteklerimize yaklaşan sise benzetilse yeridir. Her hal ve şartta hemen her şeyin, iyi, nitelikli, ulaşılabilir ve kendi başına yaşamını sürdürebilir olması yeterliyken onun yerini özgün ve farklı olana bir vesileyle hücum etmek sonra da onu varlığından saptırmak alıyor. Her şey böylece gittikçe birbirine benzemekle kalmıyor aynı zamanda birbirinin yok edicisine dönüşüyor. Şehirler şehirlere özenirken mesela birbirlerinin özgünlüklerini öldürüp ortadan kaldırıyorlar. Ne kavgadır bu ne hesaptır yapılan ne ihtirastır bu bitmeyen? Freni boşalmış kamyon misali nasıl duracağı hangi yerde neye çarpıp neyi yok edeceği kestirilemiyor. Hayat dediğimiz şey ise bu sebepten açıktan canına kastedilmiş nesli tükenmekte olan bir hayvan gibi bir köşede soluyup duruyor.

Bu hengamede kendisi olmak, kişilikli kalmak, kendisine yetmek, ayrışarak yaşamak isteyenin adeta toprağına asit, köküne kibrit suyu dökülüyor. Arada bir yerde saklıca, kendiliğinden, öylesine ve doğal olan ne varsa, birden yeni bir formül, kurtarıcı yol, olmazsa olmaz yaşam efekti bulunmuşçasına birden parlatılıp kitlenin iştahasına lezzetli lokma halinde sunuluyor. Dağ başında yakılmış mini bir ateş ışığının etrafında oturanların yüzlerine kattığı karakter unutulup yerine her yerden görülecek ateşler yakılıyor. Herkesin yüzü aydınlanıyor belki fakat karakter çizgileri kayboluyor.

Bir köfteci, bir dönerci dükkanı, güzel simit çıkaran bir mini fırın, pideci, muhallebici, giyim eşyası satıcısı, terzi, çay ocağı, kahvaltı yeri, dağ oteli, piknik alanı, saklı koy, kendi halinde yaşayıp giderken, bilenin, yoldan geçenin, kaderin halkasıyla hayat bulurken, birden projeksiyonlar üzerine çevriliyor, Arşimet’in ‘buldum buldum’ nidasına eş şamatayla dolayıma sokuluyor. Siz yıllarca o köftecide oturmuş yalınlığın tadını çıkarmıştınız. Çay ocağında çay kokusu ve mevsim buharının nice hünerini hissetmiştiniz. Usta sizi tanırdı. Bardağı tutuşundan sevgisini hissederdiniz. Kalender ve dürüst adamdı. Köfteci kendi ağzına sürmediği nimeti tabağa koymazdı. Geçmiş olsun. Ne zaman gitseniz önünde kuyruk artık. Sizin adam başka aleme çoktan geçmiş. Bir saklı köşede balık ekmek yapan ilginç bir adam vardı söz gelimi. Hürmetle balık pişirir. Şiirsel bir bakışla tertemiz kağıtlara sarıp sunardı. Eyvah. Kimin sihirli sopası onun omzuna değdiyse balık ızgarasından ölümün kokusu yükseliyor artık. Çokluğun kalkanı onu da gölgelemiş. Çitini geçip çimenini çiğnemiş.

Batıda da var böyle yerler. Asırlık pastahaneler, cafeler. Oteller, geçitler hatta sandöviç dükkanları. Kırtasiyeci ve kitapçıları da unutmamak gerek elbette. Şöhretli sahaflar, seyir noktaları, likör tadım köşeleri, şarap evleri, pizzacılar unutulmuş değil. Viyana’da Cafe Hawelka’da mesela ne zaman gitseniz aynı sadeliği, dengeyi, sunum düzeyini bulabilirsiniz. Bizde ne ki bir şey azdır ve çok değerlidir fakat bilinir bilinmez, şöhret olur olmaz çokluğun içinde güneşte kalmış şeftali kasası gibi eritilip ezilir. Önünde yığılan kuyrukların tekdüzeliği altında, incele incele kaybolan saf sular gibi başkasına benzeye benzeye kitle toprağının kıracında boğulur.

Büyük şehirlerde kentleşme durmamış sosyolojik denge oturmamıştır daha bizde. Kültür çatlamaları, sermaye akışının kişilik değiştirmesine bağlı alışkanlıklar Anadolu şehirlerinde, Bitlis, Van, Konya, Edirne, Maraş, Urfa, Trabzon gibi yerlerde de türevlerini yaratıyor hala. Çorbacıdan kelleciye, pideciden büryancıya, lahmacuncudan tantuniciye değin her hayat noktasında görülüyor çokluğun hücumu. Balın, peynirin, boşnak böreği ve etli ekmeğin saklı ruhu çokluğun ordusu ile kuşatılmış çoktan. Cebi dolgun olanın parmak göstermesi yetiyor çok yerde. Özgün olana varmak için çile çekmesi bile gerekmiyor onların.

Olmasın mı? Herkes her nimetin zevkine varmasın mı? Çayın hasını, kahvenin okkalısını, zeytinin etlisini, çiğerin kağıt gibi incesini tatmasın mı? Kim buna itiraz edebilir ki? Fakat unutulmasın? Böyle özgün ve seçkin bir sahaf keşfeder mi böyleleri? Nuruosmaniye Kütüphanesine uğrar mı? Falan tiyatronun salonunu doldurur falan yazarın müze olmuş evini gezer mi? Mide ile para, şöhret ile özenti arasında dalgalanan hibrit tipoloji bir hayat kalitesi kurabilir mi? Az şeyler çokluğun saldırısı karşısında özgünlüğünü koruyabilir mi?

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum