Bekleniyorsunuz!
Toplantılara alışığım. Bir toplantı nasıl yönetilir kriz anında nasıl yönlendirilir onu da tecrübe ettim nice yıl. Sadece uzun süren ve kısır döngüye dönüşenlerini sevmem. Kısa süreli görüş ve karar netliği taşıyan toplantılara bayılırım. Toplantı istemek kadar toplantıya katılmak da birer konum gerektirir. Bu kez öyle olmadı. Bir hareketliliğin bir zuhuratın içinde gelişti her şey. Önceden böyle bir karar veya takvim var mıydı emin değilim. Sekreter ‘bekleniyorsunuz’ deyince buna şaşırmadım. ‘Bekleniyorsunuz’ ne kaş kaldırıcı bir hitap! Tehdit ile gereklilik arasında gerilmiş bir boşluk. ‘Bekleniyorsunuz!’ Herkes bir tarafa gidip geliyordu. Hayatımda trafiği çok sıkı iş ortamları gördüğüm için maruz kaldığım akış beni şaşırtmadı. Ben de mi onun bir parçasıydım yoksa varlığım sebebiyle mi bu akışkanlık vardı önemli değil. Genelde defter ve kalem kullanırım toplantılarda. Not alırım. Tarih atarım. Sıkılırsam şekil ve resim çizerim. Tapu kütüğü gibi böyle bir kalın defterim olacak bir yerlerde. Belki bir gün karşıma çıkar. Kimbilir unuttuğum nice ayrıntı kabarır kenardan köşeden.
Işıklı ve geniş odaya yöneldim. Burası bir toplantı odası değildi. Patron kullanıyor. Zaten bir toplantı odamız da yoktu. Yetkili iki kişi dosya imzalıyordu içeride. Ne dosyasıydı bunlar? Ödeme emri mi? Sözleşme veya başka bir şey mi? Yine vaktiyle kat kat dosya imzaladığımdan olacak bu ayrıntıyı da geçtim. Hatta dosyaların üzerine vuran aydınlığı tuhaf buldum. Eşya ile insan, evrak ile zaman arasında tıkış tıkış olmuştu her şey. Gözlerim mesleki bir refleksle düzenledi gördüklerini. Işığı bile düzene çekti. Yerli yerine koydu şekilleri. Sonra onu, beni beklediğini söyledikleri kişiyi fark ettim. Işık ve eşyanın kirleri sıyrıldı. Oluş netleşti. Odadan dışarıya çıktık.
Keçiboynuzu ağaçları, zeytin ve incirlerle yarışıyor güneşin zülfü toprağın karnına yan düşmüş bekliyordu. Toprak geniş çok geniş bir defter misali önümde duruyordu. Vaktiyle tuttuğum tapu sicil defteri kalınlığındaki o defter sanki büyümüş toprak olmuştu. Hüthütler, çalap üveyikler ve hep çapkın serçeler ağaçları doldurmuştu. Fakat göz refleksim orada, adını kestiremediğim ağaca tüneyen kargayı fark etmişti. Ne oluyor dedim içimden, yeni bir ‘mantık’ut tayr ya da acaibül mahlukat’ okumasının içinde miyim? ‘Bekleniyorsunuz!’ Hitabı buraya mı çıkacaktı asıl? Kuşlar ve bitkiler aleminden mi seslenilmişti yoksa?
Çevik bir hareketle toprağın tam alnına kazılmış odama girdim. Demek benim odam burasıydı. Yıllardır burada çalışıyordum. Oda no 216 ve Topkapı Sarayını gören ve bir yetkilinin ‘sakın buraya padişahı getirme’ dediği oda silinip gitmişti. Büyükçe ve derin bir mezardı odam. Muntazam kazılmıştı. Kırmızı tırtıklı toprak parlıyordu. Karşılıklı iki uca taş konulmuştu, sandalye niyetine. Zevkle ve alışkanlıkla oturdum. Yadırgamadım. Madem ki bekleniyordum madem ki toplantı vardı. Misafirim, benimle görüşmeye gelen yüzü karşıma oturttum. Meraklı olduğu kadar heyecanlıydı. Bana önceden gönderilen dosyanın bir kopyasını iki eliyle sımsıkı tutuyordu.
Odadan, pardon mezardan doğruldum. İki yandan hızlı bir trafik akıyordu. Temiz ve cilalı arabalar. Güneş gözlüklü sürücüler. Karga yerindeydi. Karşı dala kara bir kaplan ile tilki oturmuştu. Haneke’nin filmlerinden uçup gelmiş bir güvercin kuğuruyor dikkatle odama bakıyordu. Misafirim de ayağa kalktı. Böyle kollarımızı yana tutunarak mı başlasak toplantıya. Muhatabım mahcup ve sessiz kararı bana bıraktı. Geri oturalım dedim. Üstümüzde yağmur noktalarından büyük bir gök genişledi. Şimdi dedim,
‘Şimdi dil, duyarlık, kültür bir bütündür ve yaratıcılık hayal gücüne de dayanarak bir metinde yükselmek ister. Uzunca süredir masama onlarca dosya geliyor. Mail adresim dolup taşıyor. Hızla bakıyorum onlara. Gözümü aklımı koşturuyorum. Eğer dili varlığının bir atı bilip onu nasıl eğiteceğini bilmezse yazı kişisi hem atı hem kendisini tökezletiyor.’ Nasıl, dedi karşımdaki dosya sahibi. ‘Fark ettiniz mi dedim, oda biraz genişledi.’ Evet dedi, tuhaf bir şey oldu. ‘Değil’ dedim. ‘Kültür sadece kitaplardan gelmez hayat ki baş kaynaktır kişi için. Yaşamaktan çekilen yazmaktan da düşer. Ayrıca, cüret, hüner ve emek kutsal bir üçlüdür bize. İlk cümlede kültürünün aydınlığını vermelidir bir metin. Beni bu toprak kutucuğuna sığmış bir mevta sanmayın sakın. Duyarlık dediğimiz şey her oluşun ölümü göze alışından sonra atar ilk adımını. Benim burada gökyüzünü bir şapka gibi takıp duruşum da bundan’
Olduğu yerden kalktı dosya sahibi. ‘Sizi anlıyorum, darlık olmadan varlık, hiçlik görülmeden birlik olmaz’. ‘Tam olarak öyle değil, yazı kişisi, ona ister şair, ister öykücü isterse şimdi pek yaygın sıfatla bilinen romancı diyelim, değilmez, darlığı, varlığı, birliği ve hele hiçliği onlarla karşılaşmadan icat edendir. Öteki türlü, ibda ve bikr-i fikr olmazdı hiç’. ‘Sanki odanız yerden yükseldi ve toprakla düz oldu, fark ettiniz değil mi?’ dedi. ‘Buna sevinemeyiz. Birazdan elimde kağıt kalem başka bir oda açacağım kendime.’ Uzaktan bir ses duyuldu. Toplantı bitti mi?
