Bildimse ne bildim…
Çoğu güzel şey arayarak değil kendiliğinden karşımıza çıkar. Belki kaç kez gelip geçmişizdir onun önünden. Ya dalgınızdır ya da kafamızda başka meseleler dönüp durmuştur. Güzelliğin kendisine özgü bir saklanma yöntemi de vardır ayrıca. Bağırıp çağırmayan, kaş göz işareti yapmayan, ben burdayım beni gör beni duy diye zıplamayan bir karakterdir söz konusu olan. Oysa siz ne çok niyet ne fazla emek harcamışsınızdır bazen. Bunu neden yapıyorsun diye sorsalar tam cevaplayamazdınız. Aradığınızı bilmezsiniz. Tarif et deseler yapamazsınız. Sesi, rengi, kokusu, biçimi hakkında ön bilginiz yoktur aradığınızın. Suyun akarken taze ve güzel bir dala sürtünmesine benzer haliniz. Ya da güzel bir elin tatlı ve parlak bir elmayı o suyun akışına bırakmasıyla izah edilebilir. Yine de sevinirsiniz. Hayretiniz genişler. Farkındalığın şevkiyle zihninizde yükselen gökkuşağını seyre koyulursunuz. Bulmuştur o sizi. Işığının sepetine almıştır birden.
Bu kez yine öyle oldu. Başka bir sebeple başka bir iz ararken karşıma çıkıverdi beni çarpan güzellik. Emindim belki kaç kez o sayfada parmaklarımı gezdirmiş anlamın şiiriyetinde duyuruşun çocuksu yürüyüşünü gözlemiştim. Bir dilin çocukluk yılları da vardır. Nasıl insan gün gelir çocukluğuna bağlanır oradan çözülüp düğümlenirse tam öyle. Bu sebepten şair ‘ süt dişi’ diye anmıştır onu. Çoğuna manasız gelen bu buluş insan denilen varlığın şiiriyet katına nadiren çıkmıştır da suda oksijen ve hidrojenden öte bir şey görmeyip kir arayanların kibri bu yükselişi fark edememiştir. İş yapmakta olduğu kadar yaşamakta da berrak ve ölçüsü verilmiş sadelikten yanayım. En gönül çelici güzelliklerin sadeliğin madeninden çıktığına çokça şahit oldum. Yağmurun sel olup varlık değiştirmesine benzetirim sadeliğin billurluğundan taşmasını. İşte o da böyleydi. Tek bir yağmur damlasının bir rahmet sağanağını müjdelemesi gibiydi. Göklerin yükünü bazen tek bir yağmur damlası taşır.
‘İşittin Yusuf’u ol çâh içinde/ Dururdu sabrile ol mâh içinde’ . Yunus Emre’ye ait bu şiir parçacığı tam böyle karşıma çıktı. Güzelliğiyle beni evrenine çekti. Sessizce sayfadan süzüldü, omuzlarıma altın bir toz zerresi gibi kondu. Aklımın ve duyarlığımın ince dallarında gezdi. Şiirin ve kültürün katmanlarında bana mahrem duyuşlar hissettirdi sonra da sayfadan uçup kalktığı yere geri kondu. Nasıl oluyor dedim mırıldanarak ben bu inciye daha önceden neden rastlamadım. Aklımın ve ruhumun öncelikleri nelerle oyalanıyordu? Farkındaydım çocukluğumda yaşadığım haliyle ilkin görsel bir zar oluştu yine. O zarın inceliği içe ve dışa bir kaç kez titredi, hiç duymadığım ilkel, yaban elması tadında bir şey hissettirdi. Bir çocuk gördüm ilkin çünkü. Kuyuya inmiş. Onu yalnız koymamak için ay da yanına gelmiş. O çocuğun içindeki yan çocuk onu duymuş. Kuyu, çocuk, ay ve su birleşivermişler. Eğer şiirdeki bu ilkel tadı duymasaydım kültürel bilincim ayaklanır mıydı? Bir şey bilir olmuştum. Bildimse ne bildim dedim sessizce. Ne bildim bildimse bir şey eğer? Ne o?
Büyük şairler böyledirler kültürü de bir yüze sürülen sağaltıcı el gibi bilgi olmaktan çıkarıp ipeksi bir dokunuş kılarlar. Eğer Hz. Yusuf’un güzelliğindeki cinsiyetsiz saflığı çocuk imgesiyle tülbentleyip süzemezseniz tortular büyüyüp çoğalacaktır. Işık, toprak ve su ateşin sabırla anıştırılmasıyla dört unsura dönüşerek yüksek bir kainat yorumu formuna bürünür orada. ‘İşittin’ nidası kulakla duymanın ilerisine geçer. Kalple, aşkla, gönülle duyulacak sızılar gibi yapraklanıp çoğalır. Ta ezelden seslenilmiş kulakları aşan duymanın mahremiyetir çınlayan. Derdim bu mini şiir parçacığını şerh etmek değil. Sadece yaşamanın ve duymanın güvenliğinin hiç de büyük ve tantanalı şeylerde barınmadığını dillendirmek.
Şiiri hayatının akışından gittikçe çıkaran insan gittikçe büyük hacimlerin dev yapıların şiddeti büyük sözlerin asıl kalabalıkların gölgesinde kendi varlığını unutur. Her bir ayrıntısı bir halı düğümü değerindeki yaşamının değerini fark edemez olur. Zaten başka şeylerin değil de şiirin bize gösterebildiği henüz bilgi olmayan bilme tadını yaşatmasıdır. Şiirimizin dil toprağını kendisine özgü yalınlıkla fakat çok dipte yüksek kültürle yoğuran Yunus Emre, çokça gösterildiği gibi miskin, pasif, atıl, romantik hatta dünyadan el ayak çekmiş bir şair değil tam aksine memnuniyetin arı suyunda kendi suretini görebilmiş nadir, atak şahsiyetler arasındadır. Ondan bize yansıyan her ışık parçasını elmas bilmemiz onun diline duyduğum sadakatle ilgilidir.
