Biz düşünmezsek…
Orhan Veli’nin Böcekler şiirindeki ‘ Düşünme/ Arzu et sade! /Bak böcekler de öyle yapıyor’ mısraları yanlış anlaşılmaya kurban gitmiş gibidir. ‘Arzu et sade’ mısraındaki ünlem, duyguya vurgu yaptığı kadar bu hal içre olmayı alttan alta eleştirmeye yarar. Geçmişe dair pek çok inan ve alışkınlığa temelden karşı olan Orhan Veli, geçmişin düşünce görünümlü teslimiyetçi tekrarına başkaldırır. Buna rağmen eskiyi en iyi bilenlerin başında gelir. Tekrar, bir öğretme ve yaşatma faktörü olarak bir yere tutunabilir. Hatta kaçınılmaz da görülebilir. Ne var ki yenilik ve yaratıcılığın önüne gerildiğinde, şairin işi, beklenmedik açıdan bu paralaksı ifşa etmektir. İnsanlar dışındaki canlıların düşünüp düşünmedikleri veya düşünüyorlarsa nasıl bir gerekçeye dayandıklarını bilim her geçen gün şaşırtıcı şekilde önümüze koyuyor. Kategorik akıl insani bir gösterge diye daha çok kendi çevresinde dönüp dursa da tabiattan öğreneceğimiz çok şey var. Öyleyse, kendi üzerimizdeki sorumluluğu, şairin tersinden duyurduğu şekliyle başka varlıklara giydirmekten vazgeçip Heidegger’in neredeyse bir yüz yıl önce söylediği gibi, düşünmekten öte ‘neden hala düşünmüyor olmaktan’ söz açmak gerekiyor.
İnsanın insanı, toplumların toplumları düşüncesizlikle suçladıkları zamanlara sıklıkla rastlanılır. Peki bir insan bir insanı düşünmemekle itham ettiğinde kendisi düşünüyor mudur? Düşünmenin tabiatı eleştiriye mutlak bağlıysa eğer, düşünmeye çağrı eleştiriye çağrı mı sayılır? Sanat eyleminde görüldüğü gibi düşüncenin temeli de belli bir amaca bağlı kalmaksızın kendiliğindenlikten kaynayıp gelmesidir. Böylelikle düşünen kişi sadece sosyal, siyasal bağımsızlığını değil şahsi özgürlüğünü de kazanır. Başkası adına başkasının amacı doğrultusunda düşünmeye düşünmek denilebilir mi? Duygusal destekçilik, ideolojik kanatçılık düşünce terazisine öz ağırlığıyla çıkabilir mi? Bu halde, bazı güç sahiplerinin ikide bir karşıtlarını düşünmeye çağırması bu çağrının etrafında laf ve kalem erbabı bulması ayrıca düşünmeye değer.
Her konuda olduğu gibi ne düşünmenin tek bir yöntemi ne de dili söz konusu olabilir. Felsefenin yöntemi ile sanatın biçimi farklı yollara sapabilir. Bir filozun aydınlatamadığı düğümü bir şair ışıtabilir. Teolojik düşünce ise çoğunlukla sanat ve felsefenin yoluna şüpheyle bakar. Onları kontrol edilemez bulur. Çünkü has düşünce ve sanat çelişmekten korkmazken teoloji çelişki ihtimali karşısında tir tir titrer. Gerçek düşünce kendisini temellendireceği köklerle kolaylıkla temas kurmakta zorlanmaz. Düşüncenin değeri insan ve toplum adına takındığı özgürlükçü müdanasızlıktan gelir. Çoğunlukla düşünce aforizma, günlük akıl verme, polemik, telkin veya iknayla karıştırılır. Ekonomik, siyasal ve duygusal güçlerin tek elde toplandığı dönemlerde ‘insanın ve toplumun neden düşünmüyor olduğu’ bir hesap sorma yolunu tutar. Şunu dillendirir güç sahibi ‘beni destekleyip kutsamak için neden akıllıca hareket etmiyorsun?
Tam da burada Orhan Veli’nin şiiri zihni bir çalımla öne geçer ve adeta şu şekle bürünür; İnsanlar, ‘düşünün/ arzu edin / bak bizimkiler öyle yapıyorlar’. Paydaş, üleşçi, partner, ortak, seçmen, üye, yakın, kardeş, yoldaş, hemşehri olanlar için, düşünmek demek sadece bir güç ve onun temsil ettiği maksat etrafında kümelenmektir. Düşünen taraf olur. Aksi halde…Nahit Sırrı Örik’in ‘Tersine Giden Yol’ romanı hatırlansaydı işler halk nezdinde değil ( halklar düşünmez) fakat aydın görünümlü paydaşlar için aydınlatıcı olabilir miydi? Felsefe tarihinin kendisine şiar edindiği kavram veya sorunları tartışmayı bir yana bırakalım, ekmeği düşünmekle ölümü düşünmek, şehri mesele etmekle şiddeti konu bilmek, aşk üzerine kafa yormakla genbilim hakkında uykusuz kalmak sonuç yönünden değil bağlam açısından birbirinden değerlidir. Teorik olarak enflasyonun varlığını didiklemeden Proudhon’un Mülkiyet kavramını neden dert edindiğini de anlayamayız. Çünkü enflasyon dolaylı bir mülkiyetçilik histerisidir. Hep canlı ve hayatta kalması besleyiciliği kadar kazandırıcılığındandır.
Biz düşünmezsek ne olur? Eleştirel akıl çağdaş normları yüklenerek işe koyulmazsa neler olur? Dönemi, mezhebi, meşrebi, lideri, kitlesi, dili, partisi, rejimi hiç fark etmez güç tutucular, bir kez olsun, Hz. Süleyman’ın bir kurdun sessizce oyduğu bastonunun akıbetini saf bir inançla düşünmeyenler, günlerini gün etmekle kalmayıp varlık ve suretlerini kutsamaktan geri kalmazlar değil mi? Gün paydaşların ve umudun ilahiyat rayında şovence duygularla sürüklenenlerin olur öyle mi? Fransız, Alman veya İngiliz dilinin birkaç yüz yıldır liderlik ettiği özgür ve özgün düşüncenin bizim bir türlü kanatlarımız olamayışı, sıklıkla ve inatla bugüne bağlılığımızdan gelir. Bugüne çok bağlı kaldığımız için de göçmenleri dert ediniriz fakat yersiz yurtsuzluğu kitap çapında mesele edinmeyiz. Çocuk ve kadın cinayetlerini pornografik bir merakla izlerken egemenlik ve kötülük kavramlarının üzerine gitmeyiz. Bütün bu sızılı gerçekliğe rağmen son iki yüz yıldır bütün bu gündeme aldırmaksızın yol alan şahsiyetler sayesinde en azından düşünmekten dem vurabiliyoruz. Biz de ondan vaz geçersek iş gelecekte kültür arkeologlarına kalacak ve yıkımın büyüklüğünü çözmekte hayli zorlanacaklar.