Çok sıcaklar az gölgelikler…

Sıcak da soğuk da s harfiyle başlar dilimizde fakat asla birbirlerine benzemez. Tek benzeş yan soğuğa düşenin sıcağı, sıcağa kalanın soğuğa hasret kalmasıdır. Tersinden bir hasretten söz edilebilir. Sıcağa düşkünlerle soğuğa müptela olanların nasıl mizaçları farklıysa kış gelince yazı, yaz gelince kışı özlemek de zıt fakat insanca haller arasındadır. Bana sorarsanız ben kıştan, kardan, soğuktan yanayım hep. Yaza düşmanlığım yok lakin onun önüne gelen hemen her şeyi ezip geçmesine itiraz ederim. Bilirim ki çöl sıcağıyla ova sıcağı, bozkır sıcağıyla sahil sıcağı da bir değildir. Kimi sıcaklar vardır ki mesela İç Anadolu’da güneş kafanızı delercesine oklarlar. Gün bitip güneş devrilince, gizliden bir akşam rüzgarı esip sağı solu kuşatınca balkonlara testi dizmenin zamanıdır. Günün havası geceleyin buzhane kesilir. İklim bilimciler, ilim insanları sıcağın ve soğuğun halleri üzerine teknik izahlar yapadursunlar, İstanbul gibi şehirlere sıcağın inmesi, semt semt şehri kuşatması haller içinde haller geçitidir. Hele eskilerin ‘eyyam- ı bahur’ dedikleri dalga kemendini şehrin boynuna atınca nefes almak güçleşir. Canlı cansız cümlesi kaçacak yer arar.

Eski İstanbul’un şansı yaz bastırınca hali vakti yerinde olanın Boğaziçi’ne, Göztepe, Çamlıca, Suadiye, Yakacık, Erenköy nerede bağlık bahçelik bir yer var bulup mevsimi şenliğe çevirmesiydi. İçinde nazlı bir gölgelik arama şevki vardır bu göçün. Fakat İstanbul’un iç gölgesi yabana atılır değildir yine de. Kentleşmeyle beraber Boğaziçi ‘şıngır mıngır’ vasfını kaçırdı, köşkler, bağlar, bahçeler dağıldı. Apartman denilen ucube betonun ve demirin cin iplerine bine bine sokağı caddeyi, kıyıyı tepeyi fakat asıl hayatın kumaşına deli makası gibi dalıverdi. Gölge hayal oldu. Şehrin rüzgarının bile huyu değişti. Bir şekilde deniz ihtiyacını karşılayan ‘deniz hamamları’ eski fotoğraflarda kaldı. Florya, Caddebostan, Süreyya Paşa Plajları müsilajla bulandı. Adalar hafta sonları onbinlerin aktığı ızdırap yatağına dönüştü. Safiye yeri kıymeti gören Yalova, Silivri benzeri yakın yerler talan edildi. Silivri’den Tekirdağ sırtlarına değin beton utanç duvarları deniz ile toprağın huzurunu çaldı. İstanbul’un sıcağından kaçıp nefes almak fakir fukaranın harcı olmaktan çıktı.

İstanbul şimdilerde sıcaklar bastırınca yönünü kaybetmiş yolcu misali eli alnında uzaktan belirecek bir umut kımıltısıyla dönüp duruyor. Beton binalar sıcağı daha da sinesine çekmekle kalmıyor gün batınca topladığını fırın ağzı gibi geri salıyor. Londra, Berlin, Viyana, Taşkent, Roma gibi şehirlerle mukayese edildiğinde doğasının elverişliliğine rağmen yeşil doku oranında geriye düşüyor. Her sıcak bastırışında içten gelen gölge iştiyakı karşılıksız kalıyor. Zaten günlük hayatın dokusu gölge ile kurulacak insani iletişime imkan vermiyor. ‘Dünya dediğin bir gölgeliktir’ duyuşu, dünya dediğin çaresiz nem, sıcak ve çaresizliktir formuna bürünüyor. Yaşlıları, çocukları gözetecek, onlara bunca bunaltı içinde yaşama neşesi sunacak bir düzen yok. Trafikteki binlerce aracın motoru durmadan çalışırken güneş yaramaz bir çocuğun kulağını tutmuş gibi şehri sürüklüyor. Yaz demek yaz sıcağı demek çoklukla Temmuz ayıdır ya hani, Şeyh Galip onu giyilen bir elbiseye bile benzetmiştir aşktan ilhamla. Sevgililer serin köşelerde o elbiseden birer mini parçayla az da olsa teselli buluyorlarsa ne fayda.

Sanat, düşünce, edebiyat ne yapar böyle zamanda. Biliriz nicesi Ege’den Akdeniz’e değin şu festival, bu seminer, şu okul bu buluşma adıyla kendi mezhebince gün dolduruyordur. Şehrin içinde kalıp da sağa sola ulaşamayanlar biraz sabahtan biraz geceden çalarak okumaya, düşünmeye hatta nefes almaya çalışıyordur. İstanbul’dan söz açtık ya, İzmit’ten Tekirdağ’a, şimdilerde Karadeniz cihetinden Şile boyunca, Marmara’da Kırklareli taraflarına değin apartman değil ama villa denilen bencil mantarların yeni bir sınıf halkasıyla genişlediği biliniyor. İstanbul’un kalbi sıkışıyor fakat parmak uçlarında bir şıkıdım şıkıdım havası almış başını gidiyor. Gölge dediğinse bir madde karaltısı sayılıyor.

Alıp başını giden, şenliğine şevk ve cilve katan bildiğini yapsın. Fakat, İstanbul’un sadece bir yapı değil özellikle bir şehir-insan olduğu hatırda tutulsun. Ihlamur, At kestanesi, Çınar, Çitlenbik, Fıstık Çamı, Meşe, Manolya, Gülibrişim ne denli asil ağaç varsa onların huzuru bozulmasın. Karaköy’den Tophane’ye, Beykoz’dan Paşabahçe’ye, Taksim’den Dolmabahçe’ye, Eminönü’nden Tahtakake’ye, Eyüp’ten Ayvansaray’a, Bebek’ten Emirgan’a Üsküdar’dan Salacak’a, Moda’dan Fenerbahçesi’ne geçerken duyulan yaşama neşvesi yitip gitmesin. İstanbul’un başının gölgede tutulması, geçmiş günlerin hatrına değil sadece, bizi biz yapmış ortak değerlerin adına da bir gereklilik. Onun içindeki faniler nasıl olsa bir bardak saf limonata ya da bir tas soğuk yaz çorbasının şiirini bir şekilde hatırlayacaklardır. Yaz nasıl olsa gevşeye serpile, biraz dili dışarda biraz bağrı yakası açık gelip gidecektir. Yazdan kalan küçük bir hatıranın uğruna, kimin elinde ne varsa, ister maddi ister manevi gölgelik çoğaltması ne güzeldir.

YORUMLAR (2)
2 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.