Diyarbakır ve Savur’dan serpintiler…
Geçen hafta sonunu Diyarbakır’da geçirdim. Şehirlerin kendisine has çekimi vardır fakat her gittiğimde Diyarbakır başka bir çehresiyle gözükmüştür bana. Son kırk yılın Türk- Kürt gerilimi sadece yüzlere değil köşelere, sur burçlarına hatta havada dolaşan seslere bile siniyordu. Böyle olunca çehre güzelliğini tam gösteremiyor hatta panikle sükunet arasında gidip gelen çelişkilere evriliyordu. Bu kez öyle olmadı. Eski havaalanının basık ve kesik atmosferi alabildiğine geniş ve ferah bir görüntüye bırakmıştı yerini mesela. Sanki salt yapı değil On Gözlü Köprü’den mülhem içten kucaklayış karşılıyordu sizi binanın tasarımıyla. Mekanlar sadece bir mimari- mühendislik eseri değildirler, hayatımıza sessizce açtıkları kapılardan yaydıkları ışıkla canlanırlar. Zaten uçaktan görülen Diyarbakır çoktan salınıp gitmiş ve pek de arkasına bakıp hayıflanacak psikolojiden sıyrılmıştı. Otele ulaşıp da şöyle eski şehirde dolaşmaya çıkıp renk, ışık, ses, duman ve neşe pırıltılarıyla karşılaşınca bir şeylerin değiştiğini hissettim. Gerilim gitmiş veya en azından ötelenmiş geldi bana.Yaşama arzusu her daim güçlüdür çünkü insanda.
Gastronomi Diyarbakır’ın her zaman farkını yaratır ve nice köşeden boy uzatan tatlıcılar, kuruyemişçiler, çay ocakları, ciğerciler, lahmacuncular, peynirciler havaya yayılan şeker dumanı helezonlarını yerçekiminden uzaklaştırırlar. Sanki insan sadece burun, damak ve göz zevkini şımartmak adına burada vakit geçirebilir. Genç nüfusun ortalığa saçtığı yaşama enerjisi curcuna ile festival, düğün bayram ile hafta sonu gezmesi, haytalıkla efendice adımlama arasında gezinir. Yeni bir çehreye bürünmüş Sur çevresi, Ulu Cami, Dört Ayaklı Cami, Hasan Paşa Hanı gibi nice şöhretli yapıdan rol kapmaya yeltense bile sürprizli dar sokaklar, Derik ve çevresinden buraya yağan zeytin damlaları, örgülü peynirlerin tuzlu kıvrılışı içten içe bir yaşam neşvesi telkin eder. Bu telkini ilk kez biraz cüretli hatta pervasızca hayata katılmak halinde gördüm ben. Adı sürekli değişen süreçler belli ki kökten bir umut yaratmış Diyarbakır’da. Çekincelerin bile açıktan dillendirilir olması yabana atılamaz. Barış isteği şevk gibi aktı sokaklarda bu iki gün boyunca.
Her fert kanına karıştığı şehirde kendince umur devşirir. Benim için şehrin sabahıdır her zaman fark yaratan. Pazar sabahı erken uyanıp da yürüyüşe koyulduğumda Dicle’nin sisler içinde duvaklandığını gördüm. Hevsel Bahçeleri’nin üstünden gelen dingin esinti yüzüme çarptı. Sabah güneşinin temiz turuncusu On Gözlü Köprü’ye doğru yol aldı. Öyleyse merkezden çevreye çıkmanın vaktiydi.
Televizyon yönetmeni arkadaşım Abdullah Öztürk sadece Diyarbakır’ı değil geniş çevreyi mesleki gözü ve meraklarıyla nicedir bir envanter bütünlüğüne kavuşturmuş durumda. Gönülçelen misafirperverliğini bu kez de edirgemedi ve beni Bismil yolunun pamuk yumaklarıyla dolu geçitlerinden aşırarak çok eski bir Savur köyüne götürdü. Kela Pozreş ( Hisarkaya) Köyü son menzilimiz oldu. Mor gövdeli pamuk pençeleri sonbahar sarısının arasında yer yer bizi kucağına aldı oraya giderken. Vadileri dalıp çıkarak nihayetinde Kela Pozreş levhasından saptık. Su boyunca ceviz, çınar, söğüt, kavak, iğde, badem, elma ağaçları aralara serpilmiş mini bostanların arasında salınıp durdu. Bir köylü kadını hem ceviz silkiyor hem de domates devşiriyordu. Abdullah beyle Kürtçe konuştular. O da köye gidecekmiş. Arabaya alınıp alınamayacağını sormuş. Olumlu cevapla ( orada bırakamazdık) sepet ve çantalarıyla arka koltuğa bindi. Ceviz ve domates ikram etti. Nar kırmızısı domatesi elimle bölünce burnuma gelen o leziz koku aklımı başımdan aldı. Çocukluğuma yolladı. Doğa kendi amatörlüğünde hayatta kalıyordu bir şekilde.
Kela Pozreş köyü belli ki en az Roma’ya kadar uzayan bir geçmişe sahip. Toledo’yu hatırlatan görüntüsü etrafındaki su sarmalıyla onu korunma amaçlı yapılmış bir kale-yerleşim merkezi yapıyordu. Birkaç parçası ayakta kalmış sağlam sur duvarları etrafa kartal bakışı yayan konumlanışı güneş altında bile eksilmeyen rüzgarı göz doldurucuydu. Mehmet Sıtkı Altun’un klavuzluğunda gezdik köyü. Barış sürecine dair içerden nabız dinledim. Samet Altundal ve Rıfat Yıldız ile tanıştım. Kimse umutsuzluktan dem vurmuyor. Kısılıp uzaklara dalmıyor gözler. Hatta açıktan espriler patlıyor geçmiş anekdotlar eşliğinde. Sonra antik bir sütun kemerine kurulmuş tandırda bir teyze ekmek yapıyordu. Dünyada nadiren görülür böyle resimler. Arkeoloji ekmek yapılan bir tandırla güncel hayata döndürülür. Zaten köyün altı da Hasankeyf gibi tünellerle bağlanmış halde. Doğudaki nice eski yerleşim yerinde var bu sistem. Hayat alttan ve üstten çalışmayı beceriyor duruma göre.
Kısa anlar hiç bir yerin atmosferini ve ruhunu tam yansıtmaz elbette. Ne var ki yüzümüze çarpan havanın berraklığı kadar omuzlarımıza konan yaşam iştiyakı bizim uydurduğumuz hikaye olabilir mi? Ya da hem Türkiye, hem Diyarbakır hem de bölge umudu bir niyet olmaktan çıkarıp yaşam kılmayı hak etmiyor mu? Bir şans uzaktan dumanını kaldırarak bize doğru yaklaşıyorsa geleni karşılamaya hazırlanmak bile az şey mi?
