Niçin yanıyoruz ya da bitmeyen cehennem...
Modern zamanlar daha bir planlama işidir ve planı programı yapılmayan her gelişme sonunda felaket getirir. Her yıl yaz geldiğinde Ege’den Akdeniz’e, Marmara’dan Batı Karadeniz’e değin pek çok bölgede orman yangınları çıkıyor ülkemizde. Ve bu yangınlar büyük plansızlığımızın ateşini gösteriyor. Uğradığımız mal ve can kaybının sınırı yok. Doğada oluşan tahribat ve canlıların yaşadığı acı ise hesaba kitaba sığacak türden değil. Peki nasıl oluyor da buna engel olamıyoruz? İnsani sebeplere bağlılığı apaçık felaketlerin önüne geçemiyoruz? Anlamak o denli zor olmadığı gibi çözümü de üç günlük türden değil.
Özellikle her iki dini bayramlar sebebiyle Marmara bölgesinde yoğunlaşan trafik sorunlarına bir bakalım. Bir anda onbinlerce araç başta İstanbul olmak üzere büyük nüfuslu şehirlerden Anadolu’ya hareket ediyor. Ne kadar otoyol köprü yaparsanız yapın yeterli gelmiyor. Çünkü yanlış olan bu kadar nüfusun Marmara bölgesine yığılmasıdır. Şehirleşme, konut, altyapı, eğitim, güvenlik, finans, trafik, ulaşım gibi sorunlar zincirleme birbirini takip etmekte, çözümler hızla yeni sorunlar doğurmaktadır. Niçin? Türkiye’nin 1950’lerde başlayıp 1970’lerde patlayan ve 1980 İhtilali ile doruğa çıkan iç göç hareketleridir asıl sebep. Devlet ve onu yönetenler, gelecekte oluşacak muhtemel meselelere göre bir planlama yapma aklı geliştirememişlerdir. Söz gelimi, tarihi İstanbul’un otantik dokusu bile bu öngörüsüzlükle bozulmuştur. İstanbul’un otantik dokusunu yitirişimizden ötürü turizm yoluyla kaybımız yıllık kırk milyar dolardır.
Bugün Türkiye’nin nitelikli orman rezervi olması gereken seviyede değildir mesela. Bu seviyeyi geliştirecek bilgi ve birikim belki vardır ama uzun vadeli planlamalarla, politikalarla bölgelerin iklim yapıları ve ihtiyaçlarına göre ıslah edip geliştirecek uzun vadeli hedefler ortada yoktur. Geleneksel personel yapısı ve yönetim modeli doğacak sorunları çözebilecek güçte değildir. Orman dışarıdan gelen faktörlerle sürekli tehdit edilmekte, tuhaf ve akıl almaz oyunlarla imar faaliyetleri yürütülmekte toplumda ormanın o kadar da değerli olmadığı yönünde bir imaj oluşturulmaktadır. Bir yönden bakıldığında cazip rant fırsatlarının önünde doğal set gibi durmaktadır ormanlar. Maden bahanesiyle kıyılan zeytinlikler ve doğal alanları düşündüğümüzde içinde döndüğümüz kaosu anlamak daha bir mümkündür.
Silivri’den çıkıp Saroz Körfezine ilerlediğinizde deniz kenarlarının akılalmaz şekilde betonlaştırıldığını görürsünüz. Yetmedi, Çanakkale’den aşağıya İzmir’e yöneldiğinizde bu manzara katlanarak devam eder. Daha popüler turizm alanlarına yol aldığınızda ise ta Akdeniz’e, Mersin, Adana hatta İskenderun körfezine değin milyonların göçüne şahit olursunuz. Özellikle temmuz ve ağustos ayları boyunca, Ege, Akdeniz ve Marmara bölgesindeki nüfus hareketliliği baş döndürücü seviyededir. Dışarıdan gelen turistleri hiç hesaba katmıyoruz.
Ne yazık ki bu büyük insan hareketliliği kontrol ve plan dışıdır ve orman, deniz, göl, yol, nehir hemen her doğal varlık tehdit altındadır. İnsanlar kolaylıkla ormanlara dalabilmekte, suları kullanabilmekte ve herhangi bir sorumluluk duymadan gerilerinde bir yığın artık bırakabilmektedir. Mevsim şartlarının da etkisiyle en ufak bir ihmal veya tecavüz felaketin meşalesine dönüşmektedir. İnsanların zihniyet dünyası tam bir talan mantığına dayanmaktadır çünkü. Nasıl vaktiyle şehirler talan edilip yolundan çıkarıldıysa ormanların da yanıp gitmesinde bir beis yoktur. Bu noktaya bu insanlar kendiliklerinden gelmezler. Bir ülkedeki yüksek aklın plansızlıkları ve öngörüsüzlüklerinin sonucudurlar. Hasılı yaşadığımız toplumsaldır.
Doğal afetlere karşı teknik tedbir almak Türkiye’nin orman düzenini müdahale edilebilir forma sokmak yangınlar olmasa da gereklidir. Fakat aslında niçin yanıyoruz ve bizi yakan şey ne sorusunu yerli yerinde sormaktan öte yol yok. Söz gelimi ardı arkası kesilmeyen kadın cinayetlerini bir magazin haberi veya adliye meselesi diye görmeye devam etmekle orman yangınları arasında bağ kuramamak aynı noktaya çıkar. Bir ülke keyfi ve eline güç geçirenin yöntemleriyle düze çıkmaz. Türkiye’nin sağduyusu, insan, bilgi birikimi nerededir ona bakmak gerekir. Tarih elinde kibritle ormana dalan kişinin ben kimim ve yaktığım da kim sorusunu sorduğu yerde başlar. Fakat ne yazık ki modern zamanların türettiği yeni kişi tarihe değil gündelikçiliğe meyillidir.
Fethiye, Marmaris, Bodrum, Datça, Kemer, Side, Alanya, Ayvalık, Bozcaada, Altınoluk, Didim, Kuşadası hiç fark etmez, her yıl yaz aylarında milyonların çılgınca buralara akması ve büyük para meblağlarının arada dönmesi çoğu kişinin övüncü olabilir. Oysa, Türkiye’nin her bölgesi alternatif turizm potansiyeline sahiptir ve hem sosyo- kültürel etkileşim hem de eşit kazanç paylaşımı için bu yolların denenip süreli nüfus yoğunlaşmalarının önüne geçilmelidir. Öteki türlü dar bir bölgede bunca insanın bıraktığı maddi atık yanında getirdiği sosyal dejenerasyon yangınlar denli büyüktür. Geçen hafta Eskişehir bölgesinde yangın ortasında kalıp canlarını feda eden insanların adları ormanlarımıza verilerek konunun ne türden sahiplenildiğinin gösterilmesi yönünden de ışık olacaktır. En azından Sakarya, Bilecik, Bursa bölgesindeki ormanlar onların adıyla tekrar yeşerebilir.
