Sonsuzun dili, ya da dağ, zeytin ve asmalar…

Kaç kez gelmişti bu şehre. Bir gece depremin yanardağ benzeri ejderha ağzı yutmamıştı henüz pek çok şeyi. Hatırlamaya çalıştı. Neredeyse otuz yıl önceydi. Kışın ağzında buğulu bir eski zaman kulübesi kendi kandilinin ışığında dinleniyordu burada. Mütevazıydı zaman. Gözler, yüzler, sözler fakat asıl insana kader perdeliği yapan çarşılar içe işliyordu. Zemin altı bir keçe dükkanında bağırları iyiden ağarmış ustalar yılların güveniyle ‘ya hak nidasıyla’ yuvarlayıp yayıyorlardı önlerindeki keçeyi. Bu halleriyle bir tarikat ayininin alna vurmuş ter damlacıklarına benzetmişti onları. Elbistan’dan bu yana gelinmişti. İstanbul’dan tanıdık yeni öğretmenin evinde koyu şiir sohbetine dalınmıştı. Göksun, Andırın bir bir geçilmişti. Ceyhan Köprüsü’nün önünde tam otuz iki yıl önce çekilmiş bir fotoğrafı olacaktı. Kimbilir hangi köşedeydi o fotoğraf?

Bir kere gelindi mi bir şehre tekrarını dilerdi ruh. Öyle oldu ve o kaç kez tekrar başka vesilelerle gelmişti buraya. En son, depremin arsız pençesi her yana çarpmadan evvel on beş güne inmişti gidip gelmesi. Şiirden insana nasıl çıkılır, şehir insana doğru nasıl okunur, bir cümleyi kurarken aslında neyi kurarız sorularının ışığında gözden göze, yazıdan sese, gönlün, tecrübenin bilgisi açık edilmişti. Kağıt hışırtıları, bahara bel vermiş dut gölgeleri fakat asıl şiirin kader saati mi aranmıştı? O zaman da görmüştü. Tekrar da bilmişti. İmge ile gerçek burada da boğaz boğazaydı. Kimse söz dinlemiyordu. Herkesin aklı birbirinden ziyadeydi. Bina bina diye şakıyordu tavus kuşu. Çarşı bir yana, kale bir uca, devlet öte kanada, belediye, parti, cemiyet gururunun kanat vuruşlarıyla pervasızdı. Hele en son ziyaretinde kaldığı otel hayli korkutmuştu onu. Bir taraflarda bir karaltı horultusu, bir şeytan anaforu görünmeden dolaşıyor muydu? Sezmek korku vericiydi.

Felaket gelmeden kimse ona inanmaz kötü belirmeden var sayılmaz. Alıp satmanın, kazıp yükseltmenin şehveti, cenah, yaş, inanç, kültür tanımaz bir altın çene kalıbı benzeri yorulmadan yapışıp kalır yüzlere. O da, koluna girip duyudaş olduğu birkaç dostla dile dökmüştü bu gidişi. Yıkım haberi geldiğinde ben sezmiştim, tahmin etmiştim kaçışına kapılmadı. Acı, yüzünde Aksu’nun duruluğunu yitirmiş akışı gibi kıvrıldı. Ahır Dağı’nın eteklerinde gençliğini geçirmiş bazı şairlerin hatıralarının ağaçlara sarıldığını hissetti. Vaktiyle bir şair, arkadaşlarıyla bu dağa çıktıklarını ve birbirlerinin isimlerini uzaklara ünlediklerini anlatmamış mıydı? O seslere ne olmuştu? Deprem onları da yerlerinden mi etmişti? Şiirinde, dağda rastladığı bir çobanın kavalıyla bir sümbülü emzirdiğini söyleyen şair değil miydi o? Çiçeklere ne olmuştu? Onların zayiatını dert edinen çıkmış mıydı?

Araması gerekeni aradı, sorması gerekeni sordu yine de. Her fırsatta sordu ne olup bittiğini. Büyük yıkımların ayağa kalkışı kolay değildi. Gün geçti, şehrin çağrısı geri geldi. Gece vakti bir büyük yıkıntıya değil ama gökte bile lekeleri görülen hüznün iklimine girdi. Eski bir konakta sevdikleriyle buluştu. Şiirin sesi temenni ve kavuşmanın mutluluğuyla harmanlandı. Hayat durmazdı. Geçmiş donup kalmazdı.

Dile dökülmeyen göz ışığıyla ve ses titrekliğiyle ima edilen artık merkezin, o bilinip görünenin hayatta olmadığıydı. Gece vakti şehrin upuzun bir cetvel gibi dağın eteğine uzandığı yerde sabahı bekledi.

Güneşten önce uyandı. Karşı dağlara baktı. Eteklerine yeni evler yayılmıştı. Her yönde yıkıntı ile yapılış yarışıyordu yine de. Geniş ve uzun cadde boyunca yürüdü. Sabahın tatlı serinliği dağ havasıyla daha bir tatlıydı. Şehir ovadan dağa çıkmıştı. Yanlış doğru ile büyük bedel karşılığında yer değiltirmişti. Her zaman yaptığı gibi yoldan çıktı. Aralara saptı. İlkin ilk teveklerini balık havyarı coşkusuyla yumurtlamış asmalarla karşılaştı. Bu şehirde doğup büyümüş unutulmaz bir dostu hep bir üzüm bağından ve o bağın içindeki evden söz ederdi. Şimdi daha bir anladı o içlenişi. Nazikçe dokundu körpe asmalara. Bir yavru kedinin patilerini öpercesine öptü onları. Yürüdü, arada cömert ve alımlı zeytin ağaçları baş uzatıyordu. Tek katlı bahçeli ama çitsiz ve duvarsız bir eve denk geldi. Bir zambak kolonisi alıp başını gitmişti. Ev adeta zambakla çevriliydi. Sarı çizgili mavimsi alev tenleriyle açıvermişlerdi. O an hatırladı. İlkokulda öğrenciyken sınıflarından uzun parmaklı bir kız kuş gibi avucunda bir zambağı tutup kokluyordu. O kıza ne olmuştu? Kimsecikler yoktu ortalıkta. ‘Hişt hişt’ desem mi diye düşündü. Bademlerin çağlası çoktan sertleşmişti. Gelincik kümecikleri yıkıntı izlerine baş kaldırıyordu. Bütün bunların gerisinde ise dağ, unutmayın asıl bunlara hayat veren benim diye mırıldanıyordu. İçine bir umut ışığı saçıldı. Otların arasına oturdu. Uzun uzun otların renk geçişlerini izledi. Güneş doğmuştu. Yarın buradan ayrılacaktı.

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
5 Yorum