Eş zamanlı yazı
Yazının yapıyı kuran, sağlamlaştıran, biçimlendiren bir iç mantığı var. Bu iç mantık neyin nasıl yazılacağını, önceden değil belki ama, yazma sürecinde belirliyor; yazıyı belli bir düzen içinde ilerlemeye zorluyor; dolayısıyla bu düzene uymayan bütün anlam imkanları yazının dışında kalıyor. Söylenebilecek olan birçok şey söylenmemiş olarak kalıyor. Yazarken yazıdan kurtulmak istiyorum. Yazının boyunduruğu boynumu sıkıyor.
Cümlelerin ardışık bir sırayla yazılması değil, düşüncelerin eşzamanlı olarak boca edilmesi: Böylece cümle sıradüzeninden kurtulacağız; bu da düşünceler sıradüzeninden kurtulmak demektir. Düşünceler eşzamanlı olarak ifade edilince özgürleşecekler ve ne kadar önemli iseler o kadar önemli olacaklar. Bir düşünce doğuran ilksel ve başat düşünce olmayacak ama bütün düşünceler bir ruh halinden doğacak. Belli bir çizgi üzerinde ilerlemeyecek yazı, ama dört bir yana doğru yayılacak, dört yana da.
Yazı ilk cümlenin egemenliğinde ilerliyor her zaman, kendi iç mantığı uyarınca. Diyelim ilk cümle, ikinci cümleyi belirliyor ve onu doğuruyor; ikinci de üçüncüyü, ve böylece ilk cümlenin daha sonraki cümleler üzerinde belirleyici bir egemenliği oluyor. Başlangıçtan ve onun kader gibi belirleyiciliğinden kurtulamıyoruz. Halbuki yazı ilk cümleye başkaldırmalı, onun yolunu saptırmalı, başka bilinmedik yönlere doğru akmalıdır. İlerlemelidir bile demek istemiyorum, ilerlemekte bir ön düşünce vardır çünkü, ama akmak, yani kendine hâkim olmadan akmak ve yatak, yön nereye götürürse oraya gitmek, ama işte gene bir anda bir hamleyle yönü ve akışı değiştirmek. Tesadüfün gerçekleşmesine ve böylece ancak tesadüfler eseri ulaşılabilecek yeni gerçeklere izin vermek. İzin vermekte de iradi bir çaba var, ama bırakalım gerçekleri su yüzüne çıksın, kendi cesametleri ve varlıklarıyla, kendileri olarak, ne yönlenmiş ne de yönlendirilmiş olarak.
Yazının bu kendi iç mantığının, bu bir önceki cümleye bağlı olarak yazılagelen her yeni cümlenin yazıyı kısıtladığını, onu belirlediğini ve hazır bir düşünceye ve verili bir gerçeğe bağlı kıldığını hissediyorum. Bu düşünerek değil, yazarak, yazma sürecinde ulaştığım bir düşünce. Yani burası düşünerek, yani bir düşünceden yola çıkıp başka düşünceleri ona bağlı olarak doğurup ulaştığım bir yer değil, aksine yazma sürecinde, yazmanın belirleyiciliğinden uzaklaşma çabamın beni karşı karşıya bıraktığı bir durum. Ki bir durum-yaratan olarak ben hep yeni bir durum yaratmakta pek mahirim, ve üstüne üstlük bu yeni durumun şartlarına da boyun eğmeyip başka bir yeni durum daha yaratarak durumları eskitiyor, hep daha başka bir duruma, yani sürekli durumdan duruma geçerek durumlardan özgürleşmeye, aklımın belirleyemeyeceği, ama işte sadece sezgilerimle ulaşabileceğim, sezgilerimin beni götürdüğü düşüncelere, gerçeklere varmak istiyorum. Bunu tam olarak neden istiyorum, bilmiyorum, ama belirli bir durumun belirleyiciliğine, kısıtlayıcılığına mahkûm olmak istemiyorum, çünkü belirli bir durum kendi şartlarını dayatarak nefes alınması imkânsız hücreler oluşturuyorlar. Üstelik bu hücreler karanlık, ses geçirmez ve kasvetli; bunlarda yaşam olmaz.
Öyle görünüyor ki bu söylediklerim pek akla mantığa uygun, onlarla uyumlu değil. Değil mi ki ben, yazıyorum ve yazmanın da kendiliğinden bir iç mantığı, bir mekanizması var, yazarken aslında yazmak değil, bu iç mantığı dönüştürerek başka bir şey yapmak istiyorum. Mantığı değiştirmek, çökertmek, ama işte önceki mantığa ne kadar aykırı olsa da, onu çökertse de bir başka mantığa da uymak istemiyorum. Yazının kendi iç mantığını bir tür anti-mantıkla aşmak istiyorum. Gerçekliğin mantıkla bir ilgisi yoktur. Doğanın da mantığa ihtiyacı yoktur. Biz gerçeği de, doğayı da kendi mantığımıza tabi kılarak onları kendimiz için anlaşılır hale getiriyoruz. Ama belki de onlar bizim mantığımızın süzgecinden geçmeseler bize kendi gerçeklerini söyleyecekler. Bu, onların, insanileştirmediğimiz kendi gerçekleri olacak, kendi adlarına konuşacaklar. Onlar, bizim onlara zorla benimsettiğimiz dille konuşmak zorunda kalıyorlar. Bu, onların kendi dili, dolayısıyla gerçeklikleri değil, ama bizim tarafımızdan onlara dayatılan dil ve gerçekliktir. İnsan merkezde yer aldıkça, kendisini orada konumlandırdıkça sonsuza dek ölesiye yalnız kalacaktır. İnsanın kendi haddini bilerek her şeyle eşzamanlı konuşmaya ihtiyacı vardır, kendini dayatmadan, varlığı insanlaştırmadan, ama işte onları oldukları gibi kabul ederek.
Peki varlık konuşuyor mu ki onlarla konuşalım? Biz konuşuyorsak, diğer varlıklar birbirleriyle neden konuşmasınlar ki! Ağaçlar ağaçlarla, çiçekler çiçeklerle, hayvanlar hayvanlarla, dağlar dağlarla, denizler denizlerle eminim konuşuyor. Onlar sadece kendi aralarında konuşmakla kalmıyor, ama bizimle de kendi dillerinde konuşmaya çalışıyorlar. Ne var ki biz duymuyoruz. Çünkü konuşmakla çok meşgulüz. Oysa duysak, mesela denizlerle ya da dağlarla ya da çiçeklerle konuşsak, bir söyleşi ortamı oluştursak çok daha uyumlu ve yaşanılabilir bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Ama ne yazık ki insan kendini diğer varlıklara dayatıyor.
Bu eşzamanlı yazıya ulaşmaya çabalayan ve bunu belli bir ölçüde de olsa başarabilen iki yazar tanıdım. Bunlardan biri Serdar Koçak, Sevim Burak vs. ise diğeri de Polonyalı dahi yazar Witold Gombrowicz’dir. Ve elbette felsefenin yıkıcısı Nietzsche’dir, hem de 150 yıl öncesinden. Serdar Koçak şiirlerinde, ama işte özellikle düzyazıları Ben Napoli Radyosu ve Gezgin Aklın Günlüğü’nde bu yazıya çok yaklaşıyor. Ama sanki bu yazıya yaklaştığı oranda o yazının ona sunduğu imkânlara boyun eğerek, bütüncül yazıyı çökertmiş olmasına karşın, bu ulaştığı yeni yazının kurallarına tabi olup onu çoğaltıyor. Yoksa özellikle Ben Napoli Radyosu, yazıda nasıl gedikler açılacağının, onu yarmanın, kanatmanın, teşrih etmenin, deforme edip yeni biçimlere ulaşmanın ve bütün bunların sonucu olarak yeni gerçeklere varmanın etkili bir örneğidir. Okunması zordur, ama marjlarda, merkezden uzaklarda dolaşan herkesin sesi biraz az işitilir ve genel gürültünün baskısı altındadır. Bu yüzden duyulur duyulmazdır bu sesler. İyice kulak kesilmek gerekir. Sevim Burak ise algılarını aynı anda her şeye açarak bütün hepsinin aynı anda içine boca etmesine izin veriyor. Hem akıl ile akıldışının çeperinde dolaşıyor hem de varlığın bütün tuhaf olağanüstülüğüyle kendini görünür kılmasını sağlıyor. Sevim Burak’ın yazısı kesinlikle eşzamanlı ama disonanstır.
Geçtiğimiz yüzyıl başında Polonya’da doğmuş, ne var ki hayatının büyük bir kısmını Arjantin’de sürgün olarak geçirmiş olan Gombrowicz, işte bu vücuda getirmeye çalıştığımız eşzamanlı yazının Nietzsche’yle birlikte ilk kâşifi ve uygulayıcılarından biridir. Başta Ferdydurke olmak üzere romanlarında ve ama özellikle ve mutlaka 16 yıl boyunca yazdığı Günlük’ünde (Cilt 1 ve 2, Çeviren Neşe Taluy Yüce, YKY Yayınları, İstanbul, 2017) zirveye çıkmış olan bu eşzamanlı yazı, varlığın boğucu kuşatıcılığını, gerçek ya da kurgusal gerçeklikten (ki gerçeklik her zaman kurgusaldır) kurtulunamayacağını en derin bir hassasiyetle bize yaşatıyor. Varlık (kurgusal gerçeklik) her yanımızdan kuşatıyor, nefessiz bırakıyor bizi. Onu yırtıp açmak ve nefes alınabilecek yeni yerlere çıkmak duygusu bu kitaplarda bize ilksel temas halindeki duy(g)uyu yaşatıyor. Canhıraş bir biçimde varlığın sertliğini, kurgusal gerçekliğin yazgısal şiddetini hissediyoruz.
(Devam edecek.)