Herkesi cüceleştirerek dev olunur mu?
Büyüklük-küçüklük, güçlülük-zayıflık, zenginlik-fakirlik çoğu zaman mukayese meselesidir.
Mesela tüm arkadaşlarını bilek güreşinde yenebilen bir çocuk kendini çok güçlü sayabilir.
Yahut yüz milyonlarca dolar serveti olan biri, milyarderler kulübünde fakir muamelesi görebilir.
Ortalama boyları 1,5 m civarında olan pigmelerin arasında 1,80’lik biri dev sayılabilir.
Siyasette de başarılı sayılmanız için, belli başlı konularda rakiplerinizden önde olmanız gerekir.
Ama bu “önde olma” durumu da bir mukayese meselesidir ve iki şekilde sağlanabilir:
- Gerçekten başka herkesten daha üstün performans göstererek.
- Başkalarının daha iyi performans göstermesini engelleyerek.
Yani koltuğunu korumak isteyen idarecinin illa bir başarı sergilemesi şart olmayabilir.
Rakiplerini kendinden daha başarısız kılmayı başarabilen idareci de kendisini en başarılı, en vazgeçilmez yönetici gibi gösterebilir.
Yani herkesi zorla cüceleştirebiliyorsanız, dev olmasanız da dev gibi görünebilirsiniz.
Birçok otoriter rejim lideri, sanıldığının tam aksine zayıf, başarısız, beceriksiz ve öz güveni düşük olabilir. Fakat bu kişiler, “iktidarlarına tehdit arz edebilecek” herkesi hiçbir ahlaki ya da hukuki sınır tanımadan kontrol altına alırlar. Potansiyel rakiplerini satın alma, tehdit, şantaj, hapis, sürgün veya öldürme yoluyla etkisizleştirirler. Böylece ülkedeki en güçlü, en başarılı, en becerikli, en karizmatik kişiymiş gibi görünmeyi başarırlar."
Hitler, Stalin, Mao, Pol Pot, Saddam, Kaddafi gibi sayısız örnek verebiliriz bu tiplere.
Bu liderler, en güçlü adam pozisyonlarını korumak için düşmanlarının yanısıra dostlarını da zayıflatırlar. Akıllı, ahlaklı, becerikli kimseler yerine, düşünme kapasitesi son derece sınırlı tiplerle yol yürürler.
Muhalefetle beraber akıllı dostların da etkisizleştirilmesi, arabanın freninin sökülüp atılmasına benzer: Frensiz bir arabanın, önünde sonunda ya bir duvara çarpması ya bir uçurumdan uçması kaçınılmazdır.
Diktatörlerin muhalefeti etkisiz hale getirmelerinin halka faturasının çok ağır olduğunu görüyoruz.
Kuzey Kore, Venezuela, Nikaragua, Küba, Kongo, Çad, Eritre, Burundi, Sudan, Türkmenistan, Tacikistan gibi diktatörlüklerde halk, bir yandan hukuksuzluklarla bir yandan fukaralıkla pençeleşiyor.
Zorba yöneticilerin, üzerinde oturdukları tabii kaynakların satışından gelen paralara yaslanarak saraylar, stadyumlar, alışveriş merkezleri, oteller, gökdelenler diktiği Afrika ya da Orta Asya diktatörlüklerinde gözlemlenen sözüm ona “gelişmenin”, yönetim tarzıyla bir alakasının olmadığını izah etmeye gerek yok.
Zorbalığın ülke idaresinde ne kadar işe yaradığı, tabii kaynaklar tükenince görülecektir.
Öte yanda, otoriter yöneticiler liderliğinde kalkınabilmiş, milli gelirini önemli seviyede yükseltebilmiş birkaç “numunelik” Uzakdoğu Asya ülkesi var.
Kahrolası diktatörlerin sebep oldukları korkunç acıları, zulümleri, cinayetleri, yolsuzlukları görmezden gelip sadece bu ülkelerdeki kalkınma süreçlerine bakanlar, otoriter yönetim anlayışıyla da birtakım hayırlı neticeler elde edilebileceğini ileri sürüyorlar.
Hatice’ye değil neticeye bakalım diyorlar!
Demokrasi ve insan haklarının göz ardı edilmesi, hukukun rafa kaldırılması, basına sansür uygulanması, fikir ve ifade hürriyetinin baskılanması gibi zorbalıkların, “hızlı kalkınma” için elzem bile olabileceğini iddia ediyorlar.
Otoriter rejimlerin, kalkınma ve refah üretme açısından “aslında iyi olabileceğine” delil olarak en çok Singapur, Malezya, Güney Kore ve Çin’i örnek gösteriyorlar.
Peki bahse konu uzak doğu ülkelerinin müspet ekonomik vaziyetleri, gerçekten otoriter kalkınma modellerinin çalıştığının bir ispatı sayılamaz mı?
Malezya ve Çin’in zengin yer altı kaynakları var ama Singapur’un ve Güney Kore’nin kayda değer tabii kaynakları yok.
Acaba bu ülkeler kalkınabilmelerini, orta gelir tuzağından kurtulabilmelerini, zenginleşmelerini eli sopalı yöneticilerine mi borçlular?
Yoksa başka faktörler mi söz konusu?
En azından otoriterlik kalkınmaya mâni değil diyebilir miyiz?
Bir sonraki yazımda bu sorulara cevap arayacağım.
