Karanlık çökerken
Dünya oldukça karanlık ve kasvetli günlere doğru adım adım ilerliyor.
Zulüm, haksızlık, adaletsizlik ve kaba kuvvetle sonuç almalar, toplumların üzerine karabasan gibi çöküyor.
Gücü olanın zayıfı ezdiği, köleleştirdiği, perişan ettiği kaotik bir düzene doğru gidiyoruz.
Bunun adı orman kanunu.
Dünyaya hukukun üstün olduğu bir kamu düzeninin mümkün olduğunu göstermiş Avrupa ülkeleri, demokrasiye, hukuk devletine yakışmayacak uygulamalara imza atıyor.
Akademik özgürlükler tırpanlanıyor, devletleri yöneten siyasetçiler kendi söylemleri ile örtüşmeyen fikirleri dile getiren akademisyenleri kapının önüne koyabiliyor!
Fikir hürriyetinin kalesi bilinen İngiltere’de yüzlerce insan, sadece ellerinde “soykırıma karşıyım” yazan kağıtlar tuttukları için “terör iltisaklısı” diye göz altına alınıyor.
ABD’de gayri resmi araçlarla gezen yüzleri maskeli, üniformasız, kimliksiz, mafya mensuplarından ayırt edilmeleri imkansız ICE ajanları, gündüz gözü insanları derdest edip götürüyorlar.
Bir “Yüzüklerin Efendisi” göndermesi yaparsak Sauron’un Ork orduları her geçen gün yeni katılımlarla güçleniyor.
Hayatımızı kuşatan bu şeytani karanlığın sebebini yeni bir dünya savaşının arifesinde olmamıza bağlayanlar var.
Her geçen gün dozu artan zorbalıkları, kural tanımazlıkları, oldu bittileri, bir “olağanüstü hâl” ile anlamlandırıp, meşrulaştırma temayülü olduğunu görüyoruz.
Tarih boyunca tiranların ve yardakçılarının, kötülüklerinin hesabını vermemek için sığındıkları “Olağanüstü zamanlar, olağanüstü tedbirler gerektirir” bahanesi yeniden tedavüle sürülüyor.
“Demokrasi, insan hakları, adalet falan iyi şeyler tabi ama onlar barış zamanının hikayeleri, şimdi büyük bir savaşa giriyoruz… Bunların hepsini rafa kaldırmak zorundayız” diyorlar.
Yalan söylüyorlar.
Bu yalana inanıp bu safsatayı tekrarlayanlar; ya tiranların doğrudan ortakları ve destekçileri, ya buradan devşirecekleri şahsi menfaatlerinden başka kutsalları olmayanlar, ya da konformizmin etkisiyle tamamen pasifize olmuş bireyler oluyor.
“Ne yapalım zamanın ruhu bu” deyip önümüze dökülen melânetleri normal göremeyiz!
Zulmü asla normalleştirmememiz, zalimlerin pervasızlıklarını asla kabullenmememiz lazım.
Dün Stalin, Mao, Hitler, Mussolini gibi despotların yaptıkları büyük kötülüklerin meşru ve makul bir tarafı yoktu.
Bugün de Trump, Netenyahu, Putin, Orban gibi zorbaların hak-hukuk tanımazlıklarının savunulabilir bir tarafı yok.
Temel problem şu: Neredeyse sıfır risk karşılığında hızlı ve somut ödüller vaat eden tiranlar, ahlaki pusulası pek de sağlam olmayan kitleleri kolayca arkalarına alıyorlar. Buna mukabil, vicdan, ahlak, namus sahibi, doğru ve dürüst insanlar organize olamıyor, bunun için gereken motivasyonu, cesareti ve hepsinden önemlisi uğurunda savaş verirken tutunacakları sağlam prensipleri doğrultamıyorlar.
Dünyanın birçok yerinde milyonlarca insan içten içe aynı kaygıları taşıyor, aynı adaletsizliklere öfkeleniyor, aynı zulümlere lanet ediyor. Fakat bu infial, bireysel fısıltıların, sızlanmaların, en fazla etkisiz sokak gösterilerini ötesine geçemiyor.
Eğer bu ortak öfke ve kaygı, kolektif bir iradeye dönüşemezse, bugünün sessizliği önce tahammülü zor acılara, sonra yarının esaret zincirlerine dönüşecek.
Şunu akılda tutmak lazım: Ne mazlumların çığlıkları yiter gider zamanın hafızasında ne de adaletsizliğe tepkisiz kalarak yol verenlerin suskunluğu.
Tarih, suskunların ve korkakların mazeretlerini dinlemez; yalnızca sonuçlarını kaydeder.
Tarih, akıllı ve vicdanlı insanların sırtına mühim bir sorumluluk yükler: Adalet için, insanlık onuru için, özgürlük için ses olmak.
Ya zulmün kökleşmesini seyreden korkaklar arasında yer alacağız, ya da riskleri göze alıp adaletin ve özgürlüğün yanında saf tutanların arasında…
Vicdanın çağrısına kulak vermek, artık sadece ahlaki bir tercih değil; bir hayat memat meselesi.
Vicdanımız, en koyu karanlıkta yolumuzu bulmamız için verilmiş en güvenilir pusula. Onu susturmak, yalnızca kendi ruhumuza değil, insanlığın geleceğine de ihanet etmek demek.
Umarım kendimizi ve çocuklarımızı utandırmayız.
