Siyaset üstü
Siyaset hem bizde hem dünyada yeni bir form almış görünüyor.
Farklı toplum kesimlerini ortak hedefler çerçevesinde uzlaştırmak artık siyasetle uğraşanların pek umurunda değil.
Kamu yararı için projeler üretip hayata geçirmek, ülkenin refahını artırmak, adaleti tesis etmek, kurumların aksayan yönlerini ıslah etmek falan da yok gündemlerinde.
Bu müspet siyasi motivasyonlar, yerlerini çok daha bencil çıkarlara terk etmiş görünüyor; bireylerin ve grupların kendilerinden gayrı herkesi dışlayan çıkarlarına…
‘Pastadan’ haksız paylar koparmak, siyasetin esas amacı ve motivasyonu haline geliyor.
Liderler ve takipçileri siyaseti biraz da ‘ötekilere’, ‘rakiplere’, farklı düşünenlere’ kendi ajandalarını dayatma aracı olarak görüyorlar.
Demokrasilerde bunları yapmak için gereken gücün kaynağı, büyük halk kitlelerinin desteği.
O desteği elde edebilmek için ‘post-truth’ çağının en önemli siyasi enstrümanı kullanılıyor: Olan biteni olduğundan farklı göstermek.
Siyaset, gerçekliği bükerek, ‘paralel bir gerçeklik’ yaratma sanatı şeklinde icra ediliyor.
Siyasi liderler taraftarlarını, masumların suçlu, haksızların haklı, alacaklıların borçlu olduğuna ikna edebiliyorlar.
Ama sadece kendi taraftarlarını…
Muhalifleri, söylediklerinin yanlışlığını, anlamsızlığını, saçmalığını rahatça görebiliyorlar.
Ama muhalifler de kendi liderlerinin kurguladığı ‘paralel gerçeklikte’ yaşıyorlar.
Onlar da muhalif kurguların tutarsızlıklarını, yanlışlıklarını görüp sorgulayamıyorlar.
Neticede kimin ‘hikayesi’ daha çok ‘tutuyorsa’ geminin dümenine o geçiyor.
Bütün bu anlattıklarımda çok da itiraz edilecek bir şey yok. Siyaset biraz da böyle bir şey.
Elbette ‘farklı yorumlar’ olacak.
Kimsenin elinde mutlak hakikatin kesin bilgisi bulunmuyor neticede.
Bunun bilincinde olduğumuz sürece sıkıntı yok.
Sıkıntı, inandı(rıldı)ğımız hikayeyi yegâne ve mutlak hakikat kabul ettiğimizde başlıyor.
İnandığımız anlatıyı, sadece bir yorum değil de hakikatin ta kendisi olarak gördüğümüzde; bizim gibi inanmayanları kandırılmış, akılsız ya da hain olarak algılamaya başlıyoruz.
Dahası benimsediğimiz yorumun ‘siyaset üstü’ ve tartışılmaz sayılması gerektiğini iddia ediyoruz.
Liderimizi ‘siyaset üstü’ sayarak putlaştırıyoruz.
Avuçlarımızda tuttuğumuz ‘mutlak hakikatin’ tartışılabilecek, taviz verilebilecek bir tarafı olamayacağı için diyalog kanallarını kapatıyoruz.
Siyasi olan, ‘siyaset üstüne’ taşındığı anda geriye, kesin inançlı kabilelerin kavgasından başka bir şey kalmıyor.
Biraz somutlaştıralım.
Mesela Kemalistlerin pek çoğu Atatürk’ü bir siyasetçi olarak görmeyi reddediyor. Onun ‘siyaset üstü’ olduğunu söylüyorlar.
Atatürk’ü, politikaları, kararları, hayatı, yapıp ettikleri, düşünceleri asla tartışılamaz, hatasız bir lider figürü olarak konumlandırıyorlar.
Ama bununla yetinmeyip tüm toplumun da onu ‘siyaset üstü’ görmek zorunda olduğunu ileri sürüyorlar.
Ona yönelik her itirazı hakaret addediyor, itiraz edenlerin cezalandırılması gerektiğini düşünüyorlar.
Yahut bazı İslamcılar, ‘İslami’ olarak niteledikleri değerlerin, tanrı buyruğuna dayanmaları hasebiyle ‘siyaset üstü’ olduğunu, tartışılamayacağını düşünüyorlar.
Şeriat adı altında toplanan kuralların, asırlar boyunca yaşamış çeşitli Müslüman toplulukların ‘yorumları’ olduğu gerçeğini göz ardı ediyorlar. Ellerinde inanan inanmayan herkesin -gerekirse zorla- boyun eğmeye mecbur olduğu bir reçete tuttuklarına inanıyorlar.
Yahut ‘vatan mevzu bahisse gerisi teferruattır’ argümanına tutunan bazı milliyetçiler, vatan, millet, devlet, Türklük adına yapıldığına inandıkları her ne varsa ‘siyaset üstü’ sayılması gerektiğine iman ediyorlar.
Yapılanlar kanunen suç olsa bile!..
Mesele, ‘kendi hikayesini zorla herkese benimsetme’ ihtirasında düğümleniyor.
‘Siyaset üstü’ diyerek tartışılmaz yaptığımız her değer, zorbalık, zulüm, haksızlık ve adaletsizlik üretme potansiyeli taşıyor.
Dokunulmazlık, hakikatin değil; iktidarın ihtiyacı.
Hiçbir fikir, hiçbir lider, hiçbir kutsal; eleştiriden azade, sorgudan muaf, hatadan münezzeh değil.
Demokrasi, ‘siyaset üstü’ kutsalların değil, tartışmaya açık fikirlerin yurdunda yeşerebiliyor.
