Afet doğal olsa da yıkım siyasal

Zemin sarsıldığında yalnızca toprak değil, kurgular da oynar yerinden. İstanbul yeniden büyük bir depremle sallandı fakat diğer sarsıntı bir süredir taşıdığı yükü gizleyen yapay bir düzlemde yaşandı. Çünkü bu ülkede deprem, doğanın değil, düzenin de stres testidir aynı zamanda.

Oldukça uzun zamandır yapay bir güvenlik hissiyle oyalanıyoruz. Sanki kalıp döktükçe huzur kurulurmuş, kuleler yükseldikçe toplum ilerlermiş, betonla kaplandıkça gelecek de garanti altına alınırmış gibi davranıldı. Oysa tarih bize anlatmıştır ki yapıların sağlamlığı çekiçle değil, çöküşle anlaşılmıştır. Fay hattı kırıldığında yıkılan yalnızca binalar değildir, inanç, temsil ve meşruiyet de birleşmemek üzere çatlar… İlk yıkılan ise her zaman insandır. Görmezden gelinen, sesine kulak verilmeyen, yalnızca koordinatlara, risk skorlarına ve tahliye tablolarına indirgenen insan. Depremin açığa çıkardığı olgu yalnızca zeminin değil, yönetim biçimlerinin, temsil iddialarının ve toplumsal sözleşmelerin de neye yaslandığıdır. Çünkü eğer inşa edilen şey sadece bina değilse, yıkılan da yalnızca duvar değildir. Yıkım bir kolonun değil, bir anlayışın, bir iktidar tahayyülünün, bir toplumun birlikte yaşama inancının çöküşüdür.

İstanbul’da depreme dair her tartışma, bir yerel yönetim savaşı olarak başlıyor. Şehirde çözüm üretmesi gereken en yetkili isim, seçilmiş belediye başkanı görevden uzaklaştırılıyor, tutuklanıyor. Oysa büyükşehir belediyeleri, afetlere karşı yerel refleksin ilk ve en hayati halkasıdır. Fakat Türkiye’de merkeziyetçilik, bir yönetim tarzı değil, bir iktidar kompleksi hâline geldi hem de uzun zamandır.

Deprem başlıkları yerel yönetimlerin sorumluluğunda gibi sunulur, ancak gerçek durum daha karmaşıktır. İmar yetkisi bakanlıktadır. Risk analizi yerelde yapılır, fakat bütçe Ankara’da toplanır. Afet anında ilk ulaşması gereken ekipler valiliklere bağlıdır, ama onların koordinasyonu çoğu zaman zamanla değil, yukarıdan gelen talimatlarla işler. Bu yapıda ne yerel refleks mümkün ne de idari hız. Sistem kendi ağırlığı altında eziliyor resmen. Çok hazin… Bugün dünyada birçok ülke, afetle yaşamayı bir güvenlik protokolü değil, bir toplumsal uzlaşı pratiği olarak görüyor. Japonya’da deprem, sadece mühendislik çözümüyle değil, okul müfredatıyla, kent estetiğiyle, günlük yaşam disipliniyle yönetiliyor. Şili’de afet sonrası yeniden inşa süreci, teknik personel kadar sosyal bilimcilerle, yurttaş meclisleriyle yürütülüyor. Almanya’da altyapı kararları referanduma sunulmadan hayata geçirilmiyor.

Bu başımıza gelenler yalnızca bir iktidarın değil, tüm siyasî gelgitlerin ortak ihmalidir. Rant, bilimi susturdu, çıkar, kamu yararının önüne geçti. Buyurun, şehrin son yirmi yıldaki değişimine bakın… Her yer beton, hiçbir yer güvenli değil. Çöküş, herhangi bir perdeyle örtülemeyecek kadar çıplak, herhangi bir söylemle bile aklanamayacak kadar derin...

Belediyeleri suçlamak tabi işin en kolay olanı. İstanbul’u 2019’dan beri yöneten yerel yönetimi afet hazırlığı eksikliğinden sorumlu tutmak da mümkün. Ama şu sorulara cevap vermek zorundayız: “1999’dan 2019’a kadar bu şehir kimin yönetimindeydi?” Fay hatları değişmediğine göre, neden bir şehir hâlâ bu kadar kırılgan? Kentsel dönüşüm neden halkın değil müteahhidin lehine işletildi? Binaların değil, insanların sosyal dayanıklılığı neden hiç konuşulmadı?

Yirmi yıl boyunca yetkiyi elinde tutan, kaynakları yöneten, imar kararlarını çıkaran, afet koordinasyonunu yapılandıran bir siyasi merkez, bugün, 5 yıldır görev yapan yerel yönetimi, yılların birikmiş çarpıklığına sorumlu ilan edemez. Kamuoyunun önüne çıkarılacak bilanço, sadece bugünü değil, dünü, dağıtılmış sorumluluğu ve yıllarca ertelenmiş hakikati de kapsamalıdır. Daha geçen hafta deprem kapıda değilmiş gibi Kanal İstanbul konuşmaları yeniden gündeme gelmemiş miydi? Bu şayet olduysa artık tekil bir gaflet anı değil; kurumsallaşmış bir aklın, yani daha doğrusu akılsızlığın süreklilik kazanmış hâli olarak dememiz herhalde abes olmaz.

Resmen afetle yüzleşmeyi reddeden bir siyasal refleksle karşı karşıyayız: Sarsıntının gerçeğini şantiyeyle sıvayan, müteahhidin takvimini toplumun çıkarından öne alan bir yönetim biçimi bu. Kanal İstanbul, bu haliyle sadece bir inşaat projesi değil, iktidarın mekânla kurduğu tahakküm ilişkisini, halkla arasındaki kopukluğu ve geleceğe dair vizyonsuzluğunu ele veren bir tür yapısal itiraftır. Kadının fıtratı normal doğumdur diyen, doğanın fıtratına Daltonların Avarel’i gibi kazma vurmayı, tünel kazmayı düşünen… İnanılmaz… Ekrana çıkan her yetkili, yüzünde kamusal kaygı maskesiyle konuşuyor ama söylediklerinin neredeyse tamamı tek bir koordinatta düğümleniyor: Belediye. Öyle ki sanki bu şehir, 20 yıldır sabahları bu başkanla uyanıyor, geceyi de onunla kapatıyormuş gibi. Sanki merkezi iktidar, yalnızca hava durumu raporu veren bir yapıymışçasına masum, uzakta, sorumsuz. Oysa herkes biliyor: Bu kadar büyük bir enkaz, bir son seneler eseri olamaz; bu, organize bir ihmalkârlığın birikmiş tortusudur.

En çıplak haliyle ortaya çıkan gerçek şu: 6.2’lik bir deprem büyük bir yıkıcı etki bırakmadan dahi şehrin ne kadar kırılgan ne kadar hazırlıksız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Ve tam bu kırılganlık ortadayken, olabilecek en ağır tehdit altında bulunan bir şehirde, halkın oyuyla seçilmiş belediye başkanının tutuklu olması başlı başına da ayrı bir garabettir. Şehir yönetiliyor gibi görünür, ama aslında idare edilmektedir. Kararlar alınır, uygulamalar yapılır, önlemler planlanır fakat tüm bunların siyasi meşruiyetle bağı kesilmiştir. Yerel yönetim bir kriz partneri olarak değil, engel olarak lanse edilmeye devam ettiği sürece, yalnızca bir idari model değil, bir toplumsal sözleşme de aksar. Oysa belediyeler, şehirle temas eden en doğrudan kurumdur. Bu kurum sistematik biçimde dışlandığında, ortaya çıkan yalnızca bir koordinasyon eksikliği değil, halkın yönetime katılım hakkının gaspıdır. Seçilmiş olanın yok sayıldığı yerde, halkın talebi yalnız değersizleştirilmez; aynı zamanda siyasal temsilin zemini de aşındırılır.

İstanbul’un artık siyasi hesaplarla değil, toplumsal sorumlulukla yönetilmesi gerekiyor. Bu şehir, yalnızca zemin değil, güven, temsil ve dayanışma açısından da kırılgan. O nedenle İstanbul’un acilen her elden, kolektif bir seferberlikle yönetilmesi gerekiyor. Deprem travmasına karşı gerekli olan her şey sağlanana kadar başka hiçbir öncelik meşru değildir. Bir şehir yıkıldığında yalnız duvarlar değil, onu yönetenlerin vicdanı da sınanır. Ve eğer o vicdan hâlâ bir rantın gölgesinde duruyorsa, asıl kırılma zeminde değil, iradede yaşanmıştır.

YORUMLAR (18)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
18 Yorum