Arada kalanların ağırlığı...
İnsanın en çok yalnız kaldığı an, herkesin bir şey söylediği zamandır. Hele ki iki sesin ortasında, arafta kaldığında, hangisinden yana olmadığını değil de neden konuşmadığını açıklamak zorunda hisseder kendini. İşte Türkiye’nin bugün içinde olduğu toplumsal cinnet, tam da bu ikili sıkışmanın sonucu. Leman karikatüründen sonra peydah olan gibi kriz anları bir toplumun norm olan akıl sağlığını da gözler önüne serer. Bu sağlık, yalnızca bağıranlarla değil, konuşmayanlarla anlaşılır.
Olayların etkisi devam ediyor. Bir taraf düşünce özgürlüğünü, kutsala saldırma hakkı olarak okuyor. Eleştiriyle değil, aşağılama ve imaj pornografisiyle kurduğu ilişkiyi özgürlük sanıyor. Üzerinde ne kadar tevil yapılırsa yapılsın Leman karikatürü bu zihniyetin geldiği yerin karikatürüdür aslında: “Sözde modern, ama içten içe rövanşist.” Patlattığı öfke de bugüne ait değil, uzun yılların birikimin sonucu. Daha çok dinî sembolleri hedef alarak kamusal alana dahil olmaya çalışan bir öfke birikiminin görsel patlaması. Eleştirinin yerine alaycılığı, ahlâkın yerine estetik oyunları koyan bir seküler kılıcı. Edward Said’in oryantalizmle tarif ettiği tahakküm estetiği, artık doğrudan içeriden birileri tarafından yeniden üretiliyor: Yerli oryantalist, kendi kutsalına yabancılaşarak Batı’nın karikatür diliyle kendince bir hesaplaşma arıyor.
Fakat madalyonun öteki yüzü daha iç karartıcı. Dini, sistemin kendisiyle özdeşleştirmiş bir anlayış, karikatüre verilen tepkiyi peygamber sevgisiyle değil, kendi siyasal üstünlüğünü tahkim etme çabasıyla harmanlıyor. Bir yandan “kutsalımız çiğnendi” diyenler, öte yandan kutsalı sistematik biçimde çekincesin araçsallaştıranlar. Kimin sesi daha yüksekse, hakikatin de onun elinde olduğu sanılıyor. Oysa Hz. Muhammed’in hayatında en çok dikkat ettiği şeylerden biri, adaletin sadece dostlar için değil, düşmanlar için de geçerli olmasıydı. Bugün Peygamberi adına konuşanlar, en çok bu adaleti unuttu.
Bir de ki en çok bu yazıyı yazmama müsebbib olan, ihmal edilen, görmezden gelinen bizler var; yani “arada kalanlar” ... Ne karikatürü özgürlük sananlardan ne de kutsalı linç silahına dönüştürenlerden yana olanlar. Ne Leman’a gülenler ne onunla savaşanlar. Sadece bu çürümenin sessizliğinde, kendine yer arayanlar fakat asla bulamayanlar. Onlar ne zaman konuşsa iki taraftan da taşlanıyor. Oysa hakikat, kutuplar arasında değil, dışında aranmalı. Fakat bu topraklarda uzun zamandır ya iktidar oluyorsun ya düşman. Ya kutsalı kirletiyorsun ya da kutsalı kullanıyorsun. Üçüncü bir yolun sesi yok. O yolun yolcusuysa susturulmuş, sürgüne gönderilmiş, hatta kendi yalnızlığına mahkûm edilmiş...
Simone Weil, “sessizlik bir şahitlik biçimidir” der. Fakat Weil’in kastettiği sessizlik, iradi olduğunda bir anlam taşıyan sessizliktir. Türkiye’deki sessizlikse artık bir travma, bir kaçış. Çünkü kelimelerin anlamını yitirdiği bir düzende, sükût da ister istemez iflas ediyor. Ne söylesen ya bir cepheye yazılıyorsun ya da ötekine karşı saf tutmuş sayılıyorsun. Vicdan, taraftarlık ölçüsüyle değerlendiriliyor. Oysa Kur’an, “Zalimlere meyletmeyin, sonra ateş size dokunur” (Hud, 113) diyerek yalnızca zalim olmamayı değil, zalimin gölgesinde serinlememeyi de emrediyor. Bu korkuyu taşıyan kaç insan kalmıştır ki? Bilemiyorum.
Düşünmek zaman alıyor, oysa çağrılar hemen yanıt istiyor. Bugünün Türkiye’sinde düşünmek, bir tür lüks. Çünkü senden beklenen namaza son anda yetişmiş bir Müslüman gibi hızlıca safa girmen. Kaikatürü savunan taifeye “yaptığınız gizil bir hakaret” dedin mi, ötekisin. Linç, pogrom ehlini eleştirdin mi, öteki tarafın tetikçisisin. Nur topu gibi bir arada kaldım, tam arada hali… Fakat kimsenin merakı yok: Acaba bu kişi neden böyle düşünüyor? Hakikatin hangi katmanından konuşuyor ya da neden böyle dğüşünüyor… Her zamanki gibi düşüncenin zahmeti değil, tepkilerin konforu hüküm sürüyor.
Malcolm X’in şu sözü bugün belki her zamankinden daha fazla yankılanmalı: “Eğer dikkatli olmazsanız, medyanın mazlumu suçlu, suçluyu ise mazlum gibi göstermesini izlersiniz.” Türkiye’deki medya ve sosyal medya düzeni, sadece algıları değil, ahlaki koordinatları da çarpıtıyor. Karikatür hakarettir diyen birini “gerici” ilan etmekle dine hakaret karşısında öfkesini kusan birini “haklı” ilan etmek arasında hiçbir ilkesi kalmayan distopik bir kasaba artık medya. Oysa hakikat, bağlamla, adaletle ve iç tutarlılıkla mümkündür.
Bugün İslam’ın ruhunu savunduğunu söyleyenlerin büyük çoğunluğu, aslında sadece kendi pozisyonunu savunuyor. Din, onların dilinde artık bir söylem değil, bir üstünlük kurma enstrümanı. Seküler dünyanın bir kısmıysa hala daha İslam’ı aşağılamayı entelektüel cesaret sanıyor. Ne ilki ahlaki ne ikincisi özgürlükçü. Arada kalmış olanlarsa, düşüncelerini taşımak için hiçbir mecra bulamıyor. Allah’tan sözümüze değer veren bir mecrada yazabiliyoruz. Sadece kendisine doğru büyüyen bir vicdan ağırlığı taşıyanların arasında vaha gibi bir ortam. Hamd olsun.
Gerçek dindarlık, gerçek entelektüellik, gerçek ahlak sadece menfaatsiz bir ağırlığı taşıyanların heybesinde. Kimseye bağırmadan, kimseye eğilmeden, kimseyi kutsamadan konuşanların. Ne sistemin dilini benimseyenler ne de sisteme hakaret ederek özgürleşeceğini sananlar... Sadece sahici olanlar…
Sahici olmak kadar sahici kalmak zormuş. Biz bunu çok acı şekilde tecrübe ettiğimiz zamanlardayız.
Bu da geçer ya hu.
