Deprem, Antakya, hüzün...

Yeryüzünde deprem kuşağında bulunan ülkeler, şehirler var. Deprem yeryüzünde insanoğlundan da önce var olan, 13.000 yıldır varlığı bilinen büyük gerçeklik. Yanardağ gibi, tsunami gibi, sel gibi varlığı asla yok edilemeyecek, nasıl baş etmen gerektiğini bilmen gereken bir gerçeklik. Jeoloji bir anlamda insanlıktır. İnsanlık ise derinden kusurludur. Ve biliyoruz ki doğal afetler sanat eserlerine, mimariye her zaman zarar verdi…

M.Ö 280’de Greklerin en önemli heykeltraşı Lindoslu Haris tarafından Rodos adasına dikilen bronz heykel “Rodos Devi” 32 metre yüksekliğindeki devasa heykel… Bu heykel antik dünyanın yedi harikasından birisi olarak kabul ediliyordu. M.Ö. 226 depreminde yıkılana kadar… Yerle bir olan heykeli (Antakyalı vakanüvis Ioannes Malalas’tan rivayetle) Roma İmparatoru Hadrianus, Venüs ve Roma Tapınağı’nın girişine dikmek için yeniden yaptırdı. Yirmi dört filin çektiği bir arabayla tapınağa getirilen heykel sonraki depremle yeniden yerle bir oldu. Grek dünya bir daha bu devasalıkta heykel yapmadı.
13. yüzyılın sonlarında dikilmiş olan Floransa’daki Santa Croce Kilisesi’nin bilinen haçı, Hristiyan dünyasının da en değerli dini miraslarındandı. 1966’da yağmur suları Arno Nehri’ni taşkın haline getirerek Floransa’yı sular altında bıraktığında kiliseler de bu kutsal haç da tanınmayacak kadar hasar gördü. Floransa nehir yatağına ev yapmamayı öğrendi.

Portekiz, Lizbon’daki görkemli Ribeira Sarayı, yaklaşık 250 yıl boyunca ülkenin krallarına ev sahipliği yaptı ve 1755 Lizbon depreminde yıkıldığı sırada Avrupa’nın en güzel ve önemli sanat koleksiyonlarından birine de ev sahipliği yapıyordu. Deprem ardından Kral I. Jose sarayı tamamen terk etti ve tepelere inşa ettirdiği mütevazi köşkünde hayatını devam ettirdi. Sarayın yenisi bir daha yapılmadı.

Bunun gibi nice eser ve yapı depremlerle birlikte dünya hafızasından silindi. İnsanlar ve sanat jeofizikten, jeolojiden dersler çıkardı. Sanat da hayat gibi varlığını bir anlamda bilime borçluydu…
Yine de bu makus talihe direnen kentlerden birisi olarak Hatay, Antakya her zaman farklı bir misyonu üstlendi.

Şehirlerin en güzellerindendi Hatay. Sanat eserleri, sosyolojisi, bir arada yaşama kültürüyle bir kent dokusunu anlatacak olsak daha özelini bulabilirmiyiz bilemiyorum. Böyle bir şehrin varlığı yeryüzü için anlatılamayacak bir tecrübe ve güzellikti. Akadlar, Hititler, Memlukler, Selçuklular, Osmanlılar ve adını sayamadığımız nice devletlerin üzerinde yaşam bulduğu, eser bıraktığı, bereket bolluk diyarı…
Hatay, Antakya ilk çağlardan beri yerleşim yeriydi ve her zaman depremlerle sarsıldı. Bu bölge 1872 senesinde 7,4 şiddetinde çok büyük bir depremle sarsıldı. Milat niteliğindeki bu devasa afet mimariye de bambaşka bir yön çizdi. Mimaride ve ev biçimlerinde depreme karşı verilen bir mücadele de geliştirildi. Bölgede hemen her kadim yapıda rastladığımız kalın ve hantal duvarlar, camilerdeki küçük kubbeler, kısa gövdeli minareler, binaların oldukça basık olması, çoğu yapı örtüsünün ahşap olması, duvarlarında kaba yontu taş kullanılması hep deprem korkusunun ve onunla yaşanacak olması gerçekliğinin bir sonucuydu.

Bu bağlamda en çok da Mahremiye Camii’nden bahsetmek gerek. Antakya’da tarihi Uzun Çarşı’da bulunan tarihi Mahremiye Camii 1400-1500lü yıllarda yapıldı. Camide mihrap bölümündeki dönen sütunlar depreme göre geliştirilmiş bir sistemdi ve eşi ne Türkiye’de ne de dünyada yoktu.
Caminin mihrap nişi kavsarasındaki o göz alıcı mukarnaslarından da önemli harikalığı, nişin iki yanında “deprem terazisi” denilen ve dikey ekseni etrafında dönebilen sütunlardı. Bu sütunlar geçirdiği bunca depreme rağmen hala dönüyorlardı ve bu döngü camiinin hasar almadığının delili olarak görülüyordu. 600 yıllık deprem teknolojisi sanatı yanına alarak yıllara meydan okuyordu ve her daim küllerinden doğuyordu.

Habib-i Neccar, Mahremiye Camii, Rum Ortodoks Kilisesi, Ulu Camii, Saint Pierre Kilisesi…
Hayata, yaşama, tarihe yön vermiş onlarca medeniyetin eser bıraktığı, bir sürü inanışa ve mabede sahip insanların bir arada yaşadığı eşine benzerine rastlanan o güzel belde. Şimdi üzerinde saf acıdan başka çok az tortunun kaldığı bir heyula olarak orada. İnsan böyle bir trajedi karşısında kelimelerin elinden uçup gidişini, kalp atışlarının boğaz düğümünde attığını, başının ağrıdığını hissediyor; daha da üstesinden gelemeyeceği birçok duygunun altında eziliyor.

Ruhu sonsuzluğa giden bu eserler yeniden dirilecekler. Bizler ise zamanın tanığı bu harikalıklara doğaya meydan okumayı bırakarak, akıllanarak, sorgulayarak kavuşacağız.

Çok üzgünüm.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum