Göstermelik inanç, gösterişli suskunluk
Uzun yıllar boyunca, inancın insanı hizaya getireceğini, yalnızca Tanrı karşısında değil, kendi karanlığı karşısında da sorumlu kılacağını düşündüm. Sanıyordum ki hakikatin peşinden giden bir bilinç, gücün karşısında da ölçüsünü kaybetmez. “İman, yalnızca ibadeti değil, adaleti, hakkaniyeti ve insafı da öğretir” diyordum. Bu yüzden dindarların iktidarı bana bir tercihten çok bir zaruret gibi görünüyordu. Çünkü adalet, çoğu zaman kelamdan değil, vicdanın loşluğundan doğar. Ve o vicdan sanıyordum ki biz ne zaman ve nerede yolumuzu kaybetmiş olursak olalım muhakkak bizi geri çağırır…
Sonradan anladım ki iktidarın dili yalnızca siyaseti biçimlendirmiyor, inancın anlam evrenini de dönüştürüyor. Ve bizler diğerlerinden sandığımız gibi ilke farkıyla da değil, yalnızca teknikle ayrılıyormuşuz. Aramızdaki mesafe aslında bir yanılsamaymış. O farkın sanrısından uyanmak ise insanı inancına bile yabancılaştıran derin bir küskünlükle geliyor. Ve bu yabancılaşmaya yenilen küsüyor, her şeye rağmen Allah’ına sığınan ise hüznüyle bekliyor…
O an ve devamında anlıyoruz ki inanç sadece Tanrı karşısında değil, güç karşısında da sınanırmış. Ve biz o sınavı iç sesimizi koruyarak değil, kelimelere başka anlamlar yükleyerek vermişiz. Çünkü insan bazen bir değeri inkâr ederek değil, onu başka bir biçimde söyleyerek de terk eder. Hikmetin yolundan sapmak da çoğu zaman böyle değil midir? Açıkça isyan etmek değil de yavaşça eğilmek... Tıpkı Eflatun’un mağarasındaki mahkûmlar gibi, gölgeyi gerçeğin yerine koymak…
Dante’nin İlahi Komedyasında en derin cehennem çukuru inançsızlara değil, inandığı hâlde ihaneti seçenlere ayrılmıştır. Çünkü orada inanç, bir hakikat değil, bir oyalama biçimidir.
Tıpkı yetim kalmış Filistinli çocukların çaresiz bakışlarına yıllardır tanık olan, ama onları korumak yerine suskunluğu ya da göstermelik bir kınamayı seçen ümmetin sessizliğinde...
Tıpkı adaleti yüksek sesle savunanların, zulüm kendi mahallesinden yükselince kelimelere değil, mazeretlere sarılmasında...
Tıpkı “Allah, kul hakkını affetmez” yazısını çakarlı arabasının camına yapıştıran, ardından işçinin alın terini yiyen patronun sırtını sıvazlayanlarda...
Tıpkı sığınmacılara kapılar kapanırken, kürsüden “ensar olmayı” hatırlatan siyasal hatiplerde olduğu gibi...
Bu örneklerin her biri, inancın bir duruş değil, bir teferruat hâline getirildiği, hakikatin ise yalnızca uygun koşullarda dile geldiği o geniş suskunluk alanını gösteriyor. Dante'nin cehennemi belki mecazdı ama ihanetin biçimleri bugün fazlasıyla gerçek.
İbn Haldun’a göre, her devlet üç evre yaşar: Kuruluş, yükseliş ve çöküş. Kuruluş samimiyetle başlar, yükselişi ehliyet taşır, çöküşse çıkar ve kayırmacılıkla gelir. Biz artık bu son evredeyiz. Ama yaşadığımız yalnızca bir siyasî çöküş değil. Bu, bir aklın, bir dilin, bir ahlâkın çatlaması, çözülmesidir. Çöküş dediğimiz şey de çoğu zaman bir çatlak sızıntısı değil, uyum hâlidir. İnsanlar da doğası gereği yıkımı duymaktan çok, ona uyumlu yaşamaya başlıyor. En tehlikeli olan da aslında bu evre “Ses gelmediği için hiçbir şey yıkılmıyor sanılması”
Weber’in “karizmatik liderlik” dediği olgunun bir toplumun aklını nasıl devre dışı bıraktığını izliyoruz artık. Liderin kim olduğu değil, onun dışında bir varlığın tahayyül edilememesi felç ediyor zihni. Tocqueville’in “özgürlük ancak güçler ayrılığıyla mümkündür” sözü, artık yalnızca siyaset bilimi kitaplarında geçmiyor da kendi sesimizi duyamadığımız her anda içimizde yankılanıyor.
Özgürlük, yalnızca iktidara karşı olanların değil, iktidara yakın olanların da sessizce yitirdiği bir kavram hâline geliyor, görüyorsunuz. Artık kimse huzurla konuşamıyor, herkes bir sözüyle kenara itilmeyi, bir sessizlikle dışlanmayı bekliyor. Sırası geleni bu düzen öğütüyor, akıl sahipleri için ibretlik, diğerleri için zaten bahse konu bir mevzuu yok.
Bir zamanlar, “ahiret inancı olan kimseden zarar gelmez” denirdi. Sonsuz bir hesap fikrinin, insanı kötülükten sakındıracağı düşünülürdü. Ama şimdi biliyoruz ki o inanç da yanlış ellerde sadece kendini aklamaya yarayan bir surete dönüşebiliyor.
Hesap korkusu, yerini gösteri ahlâkına bıraktığında vicdan değil, vitrin konuşuyor. Ve ahlâk, yalnızca biçime, ritüele, slogana indirgenirse en ağır kötülükleri örten bir perdeye dönüşüyor. Çünkü artık ahlâk, neyin doğru olduğunu değil, neyin göründüğünü önemsiyor. Kaçak çalıştırılan bir çocuğun ölümüne sessiz kalan, yakılarak öldürülen bir işçiye tek kelime etmeyen bir toplumsal vicdanın ardında, işte bu gösterişli suskunluk saklanıyor. Bu sessizlik yalnızca bir ahlâk yitimi değil, bir inanç istismarıdır.
Ben hâlâ inançlıyım. Hâlâ, erdemin, hakkaniyetin ve merhametin bir inançla yan yana durabileceğine inanmak istiyorum. Ama artık biliyorum ki bu değerler, ancak gücün uzağında ve iktidardan bağımsız kaldığında gerçek anlamını bulabilir. Çünkü devletle iç içe geçmiş bir din dili, eninde sonunda bir tahakküm aracına dönüşüyor. Ve hakikat, o dilin içinde boğuluyor.
Bu yüzden artık temsil edildiğimi düşünmüyorum. Hatta temsil edildiği iddia edilen tüm o yüksek değerlerin, bu düzende yalnızca dekoratif bir yer kapladığını görüyorum. İnanç, burada yalnızca bir biçim, içi boş, törensel, gerçekte yalnızca itaat talep eden bir role indirgenmiş hâlde. Ve bu rolün arkasında, adını koyamadığımız bir kayıtsızlık, bir korku, bir suskunluk duruyor.
Fakat uzun zamandır susmak benim için bir tercih değil. Suskunluk yalnızca kelimeleri değil, zamanla insanın kendisini de siliyor, silinmek istemem. Bir inanan olarak kelimelerimi korumak zorundayım.
Hakikati söylemek çoğu zaman yalnız bırakır, susmak ise daima yanlışın yanında durmak anlamına gelir. İnancım güce boyun eğmeyi değil, sadece Allah’a yönelmeyi öğretti bana. O yüzden konuşmak, bir haktan öte, insanın kendine sadık kalma çabasıdır.
Bazı kelimeler bedel istiyor, evet.
Ama asıl bedel, onları yutarak geçmekte gizli. Ne yapalım dertlenmekten düşünmeyi unuttuk. Toparlanacağız.














